Din kardeşliği

Ordu ile sermayenin dine bakışlarında birtakım özdeşlikler, benzerlikler, yakınlıklar bulunduğu açıkça görülebiliyor. Bu saptamanın, bir, bazı düşünsel dayanakları ve iki, uzak olmayan bir geçmişten bu yana ülkemizdeki gerçekleşmesinin uğraklarından birkaçına değinen bir yazı olacak bu. İkincisini yapmaya çalışırken, yeni yayımlanmış  son derece zamanlı ve öğretici bir makaleler toplamında (*) yer alan ilk incelemeden (**) yararlanacak.

Başlarken, “din kardeşliği”ni, onun vazgeçilmez gereklerini açıklamaya çalışanların din kardeşi ile küs durmamak, onun derdine çare bulmak, onu koruyup kollamak türünden tutum ve davranışlara vurgu yaptıklarını aklımızın bir kıyısında bulundurmakta yarar olduğunu belirtmeliyiz. Böylece, buradaki benzetmede din kardeşliği konumunun taraflarını oluşturanları bu ölçütlere ne kadar uygun düştükleri bakımından irdelemek de kolaylaşacaktır.

*** 

Bu yazının konusunu oluşturan din kardeşlerinin bakışlarındaki ortaklıklar ya da benzerliklerin başında, dinin kesin buyrukları arasında yer alan tevekkül ve itaatin özellikle öne çıkarılması gelir. İtaat için uzun söze gerek yok; hem dinin buyruğudur hem askerliğin vazgeçilmezidir. Sermaye ve onun düzeni için de, zaman zaman albenili örtülere sarılsa, hatta çeşitli yönetim yaklaşımlarında hiç istenmiyormuş havası verilse de, aslında, itaat kadar bulunmaz bir nimet yoktur. İşi Allah’a bırakma ve kadere razı olma anlamındaki tevekkül de aynı ölçüde eşsizdir; her zaman aranan, bulunduğunda asla elden kaçırılmamaya bakılan bir tutumdur. Hangi kapitalist kaderine boyun eğen insanlardan oluşan bir personel toplamından hoşnutluk duymaz, hele “kader”in somutlaştırılması kendi denetiminde yapılıyorsa?

Alpaslan Savaş, Ocak 2016 tarihli Gelenek dergisinde işçi sınıfının kentlileşmesi ile çoğunlukla tevekkül sahibi ve muti bireylerden oluşan bir görünüme bürünmesinin bir arada ortaya çıktığını yazarken, şu saptamalarda bulunmuştu:  

“(…) sanayi işçisinin kentli niteliği, milliyetçi-muhafazakâr ideolojinin kendi üzerindeki etkisi ile tezat oluşturmamaktadır. Türkiye’nin büyük sanayi işletmelerinde işçiler, Türkiye ortalamasının üzerinde sağcıdır.

(…) bu ideoloji özü itibariyle şükürcü ve biatçıdır. Türkiye sanayi burjuvazisi otuz beş yıldır fabrikalarını bu ideolojiyle güvence altına almıştır. 12 Eylül’den sonra örülen duvarın sadece birkaç kez zorlanabilmiş olmasında bu gerçeğin de payı büyüktür. Sonuç patronlar açısından çok başarılıdır.”

Belleğim beni yanıltmıyorsa, yazıyı yayımlanmadan önce okuduktan sonra, burada saptanan tablonun nasıl oluştuğuna ve hangi görünümlere bürünebildiğine ilişkin çalışmaların, hem gerekli hem ilginç olacağına değinen bir not göndermiştim Alpaslan’a. O düşüncemi koruyorum hâlâ.

***

Ordu ile sermayeyi dine bakışta ortaklığa zorlayan ve dinsel ideolojinin vazgeçilmezleri arasında yer alan etkenlerden biri de disiplin kavramında ortaya çıkar. Disiplinin ordunun varlığı, dolayısıyla ideolojisi açısından taşıdığı önemi tartışmaya gerek yok.  Sermayenin, onun üretim ve toplum düzeninin kesinlikle bir disiplin arayışı içinde olduğunu söyleyebiliriz. 
Vehbi Koç’un cuntanın şefine 3 Ekim 1980’de yazdığı mektupta dillendirdiği “Dinsiz millet olmaz.” uyarısı, haddini bilmeyen, disiplinsiz işçilerle üretim yapılamaz, anlamındadır. Zaten Evren birkaç ay sonraki Konya nutkunda “Dinsiz bir millet olamaz. Dinimize sımsıkı sarılmalıyız.” diyerek o uyarıya olumlu yanıt vermiş, aylardır girişmiş bulundukları istibdat rejimi inşasında akıllara ziyan disiplin önlemleri getirilmiştir. O arada, Evren de, o güne kadarki cumhurbaşkanlarının hiçbirinde görülmemiş biçimde, her ağzını açtığında din buyruklarını dile getirerek bugünkünün habercisi olmuştur. 

Aslında din kardeşlerindeki bu düşünce ve eylem örtüşmesi, hatırlanacaktır, darbe öncesinde açıkça ortaya çıkmıştı. Ülkeyi ve emekçileri cendereye sokan 24 Ocak kararlarının hazırlayıcısı ve zamanın başbakanı Demirel’in müsteşarı, bir iki yıl öncenin dinci partisinin milletvekili adayı, ilm-i iktisat konusunda ne biliyorsa Amerikalıların yanında çalışırken öğrenmiş Özal, Genelkurmay’da orgenerallerle düzenlenen iki toplantıda onlara bu kararları anlatırken “Demokrasi bir başıbozukluk rejimi değil, disiplin rejimidir” diyordu. O sıralar Deniz Kuvvetleri Komutanı, birkaç ay sonra cuntanın tayin ettiği başbakan olarak Bülend Ulusu’nun, herhalde o sözleri ederken ileride kendi yardımcısı olacağını bilmediği Özal’a yanıt olarak söyledikleri, söyleyenin konumu dikkate alındığında, daha da ilginç sayılabilir: “Türkiye’yi bu toplu sözleşme düzeni batırmadığı takdirde hiçbir şey batıramaz.” 

Yalçın Küçük tarafından bulunup "Çıkış" kitabının ilk cildinde yer verilen asker görüşü ise bu yazının meramını anlatmak bakımından çok yararlı, buna karşılık, sergilediği fütursuzluk mu açık sözlülük mü demeli, o açıdan da basbayağı şaşırtıcıdır. Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanı unvanını taşıdığı belirtilen General Boğuşlu, 1985 yılında şunları yazmış: “Disiplin, dünyanın en pahalı üretimidir. Disiplini kolaylıkla üreten ve ucuza mal edebilen bir düzen, asker ocağı, kışlalar ve bazı eğitim kuruluşları dışında henüz icat edilmemiştir. Türk tarihinde disiplini en ucuza mal edebilen düzenlerden biri ise islamiyettir.”

İslamiyet’in bu emsalsiz üstünlüğünü saptadıktan sonra paşa hazretleri devam ediyor ve devletin ne yapması gerektiğini de açık açık yazıyor: “Din adamı tipinde değişikliğe gidilmeli, her türlü meslekten, hakimden, savcıdan, avukattan, lise öğretmeninden, doktordan, gemi kaptanından yeni din adamları yetiştirilmelidir. Bu arada sayıları son yıllarda artan imam hatip okulları reorganize edilmeli, bu okullara endüstriyel, ticari, turistik vesaire hüviyetler kazandırılmalıdır.”

Öngörü sahibi paşanın önerileri neredeyse aynen hayata geçirilmiş görünüyor. Şu farkla ki, imam hatip okullarına “ticari, turistik vesaire hüviyetler” kazandırılmak peşinde koşulurken bütün okullar o hüviyetlere büründürülmüş, “Din adamı tipinde değişikliğe gidilmeli, her türlü meslekten, hakimden, savcıdan, avukattan, lise öğretmeninden, doktordan, gemi kaptanından yeni din adamları yetiştirilmelidir” denirken, din adamı tipinde değişikliğe değil, her türlü meslekte, hakimde, savcıda, avukatta, lise öğretmeninde, doktorda, gemi kaptanında  değişikliğe gidilmiş; bütün o farklı işleri yapmak üzere görevlendirilen din adamları ise, doğal olarak, onların yerine başka işleri yapar olmuşlardır. Paşamızın gündeme getirdiği bütün o görevlerin ve benzerlerinin yapılamayışı ya da gereğince yapılamayışı ise kendilerinin koruyup kollamak üzere yemin billah ettikleri cumhuriyetimizin bekasını ne hale getirmiştir, yaşayan herkes üş aşağı beş yukarı bilmektedir.

***

Dinsel ideolojinin olmazsa olmazlarından bir başkasına gelelim.

Bunu dünyanın nimetlerini küçümseme ya da onlara pek de kulak asmama, biçiminde dile getirmek mümkün.

Sermaye sınıfı açısından burada bir tehlikenin varlığı bellidir: Olmaz ya, geniş kitleler bu havaya çok fazla kapılacak olurlarsa, onca malı kime satacaklar? Dolayısıyla, belli bir ustalık sergilenmesi şarttır. Kantarın topuzu fazla kaçırılırsa, frene basıp dengeleyici adımlar atmak gereği ortaya çıkar: Demek, önemli olan tutarlılık değildir, dün söylediğinin tersini söylemekte ve yapmakta sakınca yoktur; asıl önemlisi, belli bir anın gereklerinin işaret ettiği yönde davranmaktır.

Bu dünya nimetlerine fazla değer vermeme eğiliminin de etkisiyle, ama aynı zamanda ondan bağımsız olarak, yaşanan dünyayı önemsizleştiren ve öteki dünyaya ilişkin kesin bir güvence sağlayan şehitlik mertebesine ulaşma inanç ve amacının da askerlik kurumu açısından yararı ortadadır. Ancak, burada da, ordunun bakışı ile sermayeninki zaman zaman örtüşmeyebilir. Savaşta ölümden korkmayan, hatta onu düpedüz amaçlayabilen bir muharip topluluğu her zaman istenilir bir durum iken, “şehadet” mertebesinin yüceliğini mal ve hizmet üretimi ile satımının diline çevirebilmek, hatırı sayılır bir yaratıcılık ve ustalık gerektirir. Bununla birlikte kaygıya gerek yoktur; çünkü, sermaye sahipleri sınıfının elinin altında o yaratıcılık ve ustalığı göstermeleri için dünyanın parasını ödediği bir uzmanlar ordusu bulunmaktadır.

***

Aslında, bu cumhuriyetin din ile ilişkisinde, tanınmış gerici dergi “Sebilürreşad”ın daha Cumhuriyet’ten önceki yazarlarından ve o çevrelerin açıkça desteklediği Şemsettin Günaltay’ın 1949 yılında başbakan oluşu önemli bir dönüm noktasıdır. Ancak, o yılla birlikte hızlanıp yaygınlaşan gerici atılımlar, Terkoğlu ile İrtem’in de belirttikleri gibi, 1949’da başlamış değildir; önceki yaklaşık 10 yıl boyunca süregelmiştir. Bu durumda, otuzların sonlarından bu yana, başka bir anlatımla, laikliğin bir anayasa ilkesi durumuna getirilmesi ile birlikte  laiklik karşıtı hareketlerin de ciddi boyutlarda gelişip kısa sürede iktidar ya da iktidar ortağı olabilecek düzeyde güçlendiğini söylemek mümkündür. 

Türkiye burjuvazisinin laiklikle hiç başı hoş olmamıştır. Ülkede emekçilerin kendi düzenleri için mücadele edebilmelerinin yolunu açmış 27 Mayıs hareketinden sonra ise, aynı sınıf, bir yandan git gide güç kazanırken, öte yandan, öyle bir belayı bir daha yaşamamak için onun bir numaralı sorumlusu konumundaki orduya kendisi ile bütünleşme kanallarını açmış, bunu yaparken de dinsel ideolojiden ve hem zaten var olan hem kendisinin kolaylaştırdığı dinsel örgütlenmelerden sonuna kadar yararlanmıştır.    


(*) Yeni Bir Aydınlanma İçin. İstanbul: Yazılama Yayınevi, Temmuz 2017.
(**) Barış Terkoğlu – Okan İrtem, “Bir Tarihsel Zemin Tarifi: Eşitsiz Bir Düzenden Laiklikle Kurtulmak”, a.g.e, s.11-31.