Devrim olur mu olmaz mı?

Şu referandum olayı bu kadar yaklaşmışken böyle “havai” konuları gündeme getirmek de neyin nesi diyenlerdenseniz, başka türlü de anlatılabilir, bu kadar hayat memat meselesi olan, biraz daha gençlerin anlayıp kullanabileceği deyişle, ölüm kalım sorunu olan bir konu varken ortada, kimseyi ilgilendirmeyen hayali mevzulara dalmanın alemi yok biçiminde art arda sıralanmış sözcükler size anlamlı ve zamanlı geliyorsa, bu yazıyı okumanızı önermem. Sizin açınızdan vakit kaybıdır. Asap bozucu olabilir mi, bilemem. Ama eğer öyle olursa, sinirlerinizi bozup canınızı sıkacaksa, deminki önerimi geri çekmem gerekir; çünkü, asap bozucu şeyler, her zaman olmasa bile, kimileyin insanın zihnini açıcı, ufkunu genişletici etkiler yaratabilir.

Uyarımı yapıp benden günah gitti rahatlığına ulaştıktan sonra, devam edebilirim. 

Komünistler arasında, şimdi tartışacağımız konu ve onun ortaya çıkışı sırasındaki yaygın kullanım açısından komünist yerine Marksist demek daha uygun olur belki, en esaslı tartışmalardan, onların bir daha bir araya gelemeyecek kadar ayrışmalarına yol açan görüş ayrılıklarından biri, burada da görüş yerine düşünce ve inanç yazabiliriz, devrimin mümkün ve gerekli olup olmadığı sorusu ile ilgili olarak ortaya çıkmıştır. Bunun iki önemli etkenle bağlantılı olduğu söylenebilir; ilki nesnel ve birçok önemli dayanağı hemen gösterilebilecek bir etkendir, ikincisinin öznel bir etken olduğunu ve inandırıcı kanıtlarını ortaya koymanın biraz daha güç göründüğünü ileri sürebiliriz.

Devrimin mümkün ve gerekli olmadığı düşüncesinin nesnel dayanakları az çok gösterilebilen, dolayısıyla, o zamanlar pek kullanılmamakla birlikte şimdilerde çok yaygınlaşmış bir sözcükle, empati kurulduğunda, az çok kabul edilebilir olan dayanağı, kapitalizmin öngörülememiş uzunluktaki ömrü ve geçen yüzyılın başları ile ondan önceki yüzyılın sonlarına gelindiğinde işçi sınıfı mücadelesinin ulaşmış bulunduğu başarılardır. Uzun ömürlülük kapitalizmi yıkmak yerine düzeltip değiştirerek dönüştürmenin mümkün ve akılcı olduğu düşüncesine, işçi sınıfının kapitalizm içindeki mücadelesinde elde ettiği hatırı sayılır ekonomik ve siyasal kazanımlar ise o düzeltme ve dönüştürmenin sistematize edilip kalıcılaştırılmasının, böylece artık kapitalizm olmayan bir yeni düzene geçmenin olabilirliği yanılgısına yol açmıştır.

Öznel etkene gelince, Marksizm’in iki büyük kurucusundan ikincisi ile ölümüne kadarki kişisel ve siyasal yakınlığı herkesçe bilinen kişinin, adıyla sanıyla Karl Kautsky’nin seçtiği konumdan söz edebiliriz; özellikle dünya savaşının patlak vermesinden sonra. Daha açık da yazabiliriz, artık devrime ne gerek var, biçiminde biraz kabalaştırarak dillendirebileceğimiz eğilimin karşı tarafa göre çok daha avantajlı savunuculara sahip oluşuna değinebiliriz. Açık olanı biraz daha açıkça yazmak da mümkün: Bir yanda, Marx’ın ölümünden sonraki en büyük  uluslararası otorite olan Engels’ten “el almış” anlı şanlı Kautsky, öbür yanda, ne olup olacağı belirsiz, yeniyetme bir Rus ve çevresindekiler. Üstelik, bu durum Ekim Devrimi ile birlikte bıçakla kesilmişçesine sona ermiş  değildir; farklı görünümlere bürünerek çok daha sonralara kadar devam etmiştir.

Devrim olur mu olmaz mı sorusu, gerekli mi değil mi biçiminde anlaşıldığında yanıt bellidir ve şöyledir: Kapitalizm tarafından sömürülen ve ezilen sınıfların bu durumlarından kurtulmak ve bütün insanlık için sömürü ve zorbalığın ortadan kaldırıldığı yepyeni bir toplumsal düzen kurmak üzere siyasal iktidarı ele geçirmeleri, atılması zorunlu olan ilk adımdır. Bu adım atılmadan  kapitalizmden kurtulmak mümkün olmadığı için devrim gereklidir. Devrim her ne kadar büyülü bir söz olarak kabul edilmiş ise de, o yanından hiç vazgeçmeksizin, büyü ile gerçeği buluşturmak bakımından şu yalınlığı da akılda tutmakta yarar vardır: Devrimin ilk, esas, temel işareti, siyasal iktidarın sınıf içeriğinin köklü biçimde değişmesi; daha basit anlatımıyla, toplumu yönetip yönlendirme gücünün bir sınıfın ya da sınıflar ittifakının elinden bir başkasının eline geçmesidir.

Olur mu olmaz mı kısaltılmış sorusunun öteki yanı, olabilir mi, mümkün mü, ne zaman mümkün hale gelir konusu ise devrim anlayışının, kuramının da diyebiliriz, ek açıklıklar sağlayıcı, böyle olduğu için de ayrılmaz parçası olan devrimci durum öğretisini gündeme getirir. Çok eski zamanlarda yazıp konuşuyor olsaydık, buna devrim nazariyesinin “mütemmim cüzü” derdik, onun bütünleyici/tamamlayıcı parçası anlamında…

Daha eski tarihlerde geliştirilmeye başlamış bu tamamlayıcı parçanın en derli toplu sunuluşunu, az önce anlatının gidişine uygunluk sağlamak için “yeniyetme” olarak andığımız devrimcinin 1915 yılının ortalarında yazılmış bir makalesinde buluruz. Yazı “İkinci Enternasyonal’in Çöküşü” başlığını taşımaktadır ve bu bir rastlantı değildir; çünkü, devrimin gereksizliğini ileri sürenlere karşı güçlü bir saldırı içermekte, bunu yaparken de devrimin gerekliliği ve olabilirliği düşüncesinin dayanaklarını sergilemektedir.

Orada bu öğretinin belitsel (aksiyomatik) nitelikteki, doğruluğunun herhangi bir açıklamayı gerektirmediği söylenebilecek, iki önermesi art arda yazıldıktan sonra devrimci durumun önceki çalışmalara göre daha geliştirilmiş, daha derli toplu bir tanımı verilir. Önce, o belitler:  İlk olarak, bir devrimci durum yoksa devrim imkânsızdır ve ikincisi, her devrimci durum bir devrime yol açmaz.

Ardından, bir arada bulunduğunda devrimci durumun varlığını gösteren üç belirti ya da etken sıralanırken, sözü edilenler ilk bakışta öznel nitelikte görünmekle birlikte, neden nesnel etkenler demek gerektiği de açıklanır: Bunlar nesnel etkenlerdir; çünkü, tek tek sınıfların iradelerinden bağımsız olarak ortaya çıkarlar. Aslında üç olarak sayılan bu etkenleri bire, en başta söylenene indirgemekte önemli bir sakınca yoktur; ötekileri ilkinin varlığını kanıtlayan göstergeler olarak düşünmek mümkündür. Varlığıyla devrimci durumun oluştuğunu ortaya koyan asıl etken, sonraki zamanlarda çok yinelenmiş biçimiyle ve kısaca yazılırsa, yukarı sınıfların eskisi gibi yönetemez, aşağı sınıflarınsa eskisi gibi yönetilemez oluşlarıdır.

Ancak, buradaki vurgu, aşağı sınıfların eskisi gibi yaşamak istememelerinde değildir, bunun bir devrimin gerçekleşebilmesi için genellikle yetersiz olduğu açıkça belirtilmektedir; vurgu, egemen sınıfların  hiçbir değişiklik olmadığı takdirde egemenliklerini sürdüremez hale gelmeleri üzerindedir. Bu halin anlatılmasında egemen sınıf politikalarında derin bir bunalımın varlığından söz edilmekte, bunalımın derinliği ise, Lenin’in kendi sözleriyle, “ezilen sınıfların hoşnutsuzluk ve öfkesinin fışkırıp çıkacağı bir çatlağa yol açması” ile betimlenmektedir.

Bu göstergelerin bulunup bulunmadığının anlaşılabilmesi için o zaman var olmayan, şimdiyse “elini sallasan ellisi” çokluğundaki birtakım şirketlere kamuoyu yoklamaları yaptırılması önerilecek değildir elbette. Öteki iki etken ya da belirti, esas olarak, birincinin varlığını anlayabilmek bakımından önemlidir: Bir yandan, ezilen sınıfların acılarının her zamankinden daha ileri bir dayanılmazlığa ulaşması; öte yandan, olağan zamanlarda her türlü mihnete katlanan geniş kitlelerin eyleminde, bunalımın tüm koşulları ve egemen sınıfların ağırlaşmış yönetme yetersizliği yüzünden, hatırı sayılır bir yükselişin ortaya çıkması. İlkini birtakım sayısal göstergelerle, toplumsal-iktisadi çözümlemelerle, hatta gündelik gözlemlerle ortaya koymak mümkündür. İkincisini saptayabilmek içinse o eylemlerin  içinde yer almak bir yana aynı coğrafyada yaşıyor olmak bile yetecektir. Ama buradaki vurgu gözden kaçırılmamalıdır: Önemli olan, acıların nesnel olarak saptanabilen büyüklüğü, ezilen kitlelerin düzenin makul bulacağı sınırlar içindeki tepkileri değil, kitlesel eylemlerin niteliğindeki, sıklık ve büyüklüğündeki olağan dışı denebilecek artışlardır.  

Bunların yanı sıra bir de “öznel etken”in varlığı gerekir. Yine geliştiricisinin kendi sözleriyle, “… her devrimci durum bir devrime yol açmaz; ancak, bütün bu nesnel değişikliklerin, öznel bir değişiklik ile, devrimci sınıfın devrimci kitle eylemini, düşürülmezse, hiçbir zaman, hatta bir bunalım döneminde bile ‘düşmeyen’ eski hükümeti yerinden edecek güçte kavrama yeteneği ile birlikte oluştuğu bir durumdan devrim doğar.”

Peki, yazarının kim olduğu bilindiğine göre, burada sözü edilen kitle eylemini “kavrama yeteneği”nin sınıfın öncü devrimci partisinin yokluğunda söz konusu olamayacağını, dolayısıyla, öznel etkenin böyle bir partinin varlığı ve gücünü de içerdiğini belirtmekte ne  yanlışlık olabilir? Bunun o satırların yazarına söylemediğini söyletmek anlamına geleceği ileri sürülebilir mi?

Yine de, her devrimci durumun bir devrime yol açmayacağı kesindir ve hangisinin devrimle sonuçlanacağını kimse önceden bilemez. Bunun da kaba bir determinizmden uzak durmak ve bu tür sorular üzerinde düşünürken bulunabilecek yanıtların bir olumsallık içereceğini dikkate almak gereğini ortaya çıkardığına, önceki yazılarımızdan birinde değinmiştim galiba.

Neyse ki, Fethi Naci’nin ilk kitabı “İnsan Tükenmez”e öykünerek söylersek, devrimci durumlar tükenmez. Yoksa, bütün bu kayıt kuyuttan sonra, devrimci durumun varlığı saptaması yapmanın deveye hendek atlatmaktan zor olduğu düşünülerek enikonu bir moral bozukluğuna kapılmak kaçınılmaz olurdu.

Sosyalist devrimlerin arifesi olduğu için “en yüksek aşama” sayılmış emperyalizm çağının önümüzdeki diliminde, emekçi insanlığın, devrimci durumların eksiği gediğiyle ve coğrafya farkı gözetmeyen bir dizilişini yaşayacağı görülebiliyor. Buradan devrimlerin çıkması, belleğini canlı tutmayı ihmal etmeyen yepyeni bir kararlılığın ürünü olacaktır. Böylece, o bıktırıcı uzun ömür efsanesi de, yukarıda kullandığımız “kapitalizmin öngörülememiş uzunluktaki ömrü” tamlamasına hapsedilir kalır, ne kadar güzel olur!

Bir de başlıktaki soruya ilişkin bir düzeltme yapmakta yarar var. Günlük hayatta, ağız alışkanlığıyla şöyle denebilir: devrim olur mu, şu tarihte devrim olmuş, devrim olduktan sonra… Başka bir anlatımla,  devrimden  kendiliğinden gerçekleşen bir olay olarak söz edildiğine sıkça rastlanır. İnsanların kendi kişisel iradelerinden bağımsız olarak ortaya çıkan bir olgu anlamında çok da yanlış sayılmaz. Ama önemli bir kayıtla: Devrimin belli koşulların varlığında toplumsal sınıflar ve onların yarattığı örgütler, birliktelikler ve karşı karşıya gelişler eliyle gerçekleştirildiği, bu anlamda, yapıldığı unutulmadan…