Devlet ne yapmamalı, ne yapmalı?

Sözlerin akışı açısından, önce ne yapması, daha sonra ne yapmaması gerektiği dile getirilmeli; böyle kabul edilir genellikle.  Günlük konuşmalarda olumlu olanı ya da yapılması gerekeni daha önce belirtmek, ardından, bu gerekliliği vurgulamak ve iyice anlaşılmasını sağlamak için ne yapmamak gerektiğini  anlatmak, daha yaygındır; alışkanlık bu yönde oluşmuştur, demek istiyorum. Benzer biçimde, bir “şey”in önce ne olduğunu açıklamak, sonra bu açıklamayı pekiştirmek, daha açık duruma getirmek için ne olmadığını belirtmek, “nedir, ne değildir” kalıbını kullanmak yaygın alışkanlıktır.

Peki, başlığı niye böyle yazdım? Şundan: Buradaki özne olan devlet, çok büyük, çok güçlü, hayatın hemen hemen her alanını  kaplayan, baskılayan bir “şey”dir ve onun insafına kalmış zavallı ölümlüler açısından, bu acımasız makinenin ne yapmaması gerektiğine ilişkin bir inanç ve kurallar bütününün oluşması, gerçekçiliği ya da yapılabilirliği bir yana, çok önemlidir. Böylece, ne kadar çaresiz ve umutsuz görünse de bir koruma şemsiyesinin yaratılabilme olasılığı söz konusu edilebilecektir. Bu arada, “şey” deyip geçelim; çünkü, o ürkünçlüğün ne olduğu, nereden geldiği konusuna girip kendimizi kaptırırsak, bugünkü yazıyı içinden çıkılmaz hale getirebiliriz.

Başlığı böyle alışılmış kullanımın tersine bir sıralama yaparak yazışımın ikinci nedeni ise biraz sonra aktaracağım şiirde öyle yapılıyor olması. Ama önce bu yazının ortaya çıkışı ile ilgili süreci özetlesem iyi olur.

Geçen hafta, 6 Eylül günü, Kadir Sev’in buradaki yazısını, özellikle de yazının girişini okuyunca, birkaç söz etmek, bunun yanı sıra, bir de aklıma gelivermiş bir şiiri aktarmak istemiştim. Aradan bir haftayı aşkın bir süre geçmiş bile olsa, o isteğimin ardına düşmekten geri kalmıyorum.

Şöyle idi Kadir’in yazdığı giriş:

“Sümerbank’ı işaret ettiler; ‘devlet bez mi üretir?’ dediler. Ziraat Bankası’nı, Halkbank’ı, gösterdiler; ‘Bankacılık devletin işi değil’ dediler. Tütün sağlığa zararlı, içki günahtı, devlet bunları neden üretsindi? TKİ, TEK, TMO, EBK, BOTAŞ, Etibank, Demiryolları, PTT gibi KİT’leri gösterdiler; ‘Devlet bunları etkin ve verimli biçimde yönetemez’ dediler. Devlet hantaldı ve kadrolarını siyasetçiler dolduruyordu. Hastaneleri-okulları gösterdiler; ‘Para kazanılamazsa hizmet sürdürülemez’ dediler.

Her şeyin en iyisini ve ucuzunu sadece özel sektör yapabilirdi.”

Doğrudur, yıllarca, yıllarca değil onyıllarca, sadece bizim ülkemizde değil, daha önce başka ülkelerde başlayan bir ideolojik saldırı gerçekleştirildi. Aslında bu saldırı, hangisinin daha önce başladığı bir yana, çok büyük bir politik saldırıya, başka bir anlatımla, emekçilerin kazanımları ile haklarına el konulmasına yönelik eylemli, kaba saba bir saldırıya eşlik etti. Kamusal mülkiyet konusu olan üretim araçlarının yanı sıra pek çok varlık ile birlikte emekçilerin onlar üzerindeki kısıtlı bile olsa denetim imkânları ve çalışanların birtakım hakları yok edildi. Dünyanın birçok yöresinde de  bizim ülkemizde de aşağı yukarı böyle oldu.

Buna karşılık, aradan geçen uzun yıllar boyunca olup bitenler, o gözü dönmüş saldırı ve ona eşlik eden ideolojik bombardıman çerçevesinde ileri sürülenlerin kofluğunu, gerçeklerle uyumsuzluğunu ortaya çıkardı. Kamu mülkiyetinin verimsizlik nedeni olduğundan kâr amaçlı mal ve hizmet üretiminin hem verimlilik hem kalite açısından güvence sağlayacağına, kamusal varlıkların özelleştirilmesiyle mülkiyetin tabana yayılacağından böylece toplumsal gönencin artacağına kadar bütün söylenceler, bir bir de değil, üçer beşer çöktü gitti. Yoksulluğun artışı, çalışma koşullarının kötüleşmesi, uzun ve zorlu çabaların ürünü olan kazanımların fütursuzca yok sayılması, insanlığa ait yerine konulamaz kaynakların çarçur edilmesi, git gide, liberalinden sosyaline demokrasi hülyasının yıkılması kaldı geride…Geride kalmak da değil, bütün bu kötülüklerin bir bölümü tamamlanıp geride kalırken bir bölümü de sanki hiç sonu gelmeyecekmişçesine emekçilerin hayatlarını karartmaya devam ediyor.      

Demincek, bir de şiirden söz ettim. Onun hemencecik “aklıma gelivermesi”, öyle yazdığıma göre, çok geçmeden, başka çağrışımlara gerek kalmadan  hatırlayıvermem boşuna değil, kendi elimden çıkmış bir şiirdi. Belleğim beni yanıltmıyorsa, 1990 ya da 91 yılında yazılmış ve, bu kez kesin konuşmam mümkün, Kasım 1995’te kitaplaştırılan şiirlerim arasında yer almıştı. Üç hafta önce burada adını andığım ve adına yazılmış kuramın önemli noktalarından birine  değindiğim Brecht’in bazı şiirlerinden esintiler, belki de açık etkilenmeler barındıran bu şiirin daha sonra herhangi bir biçimde yayımlandığını hatırlamıyorum. Ayrıca, o kitabın mevcudu da çoktan tükenmiş olduğuna göre, bir kez daha yayımlanmasında sakınca olmasa gerektir.

“Pöff, ne takır tukur, ne didaktik dizeler! Bunu da şiir mi sayacağız şimdi! Zaten bu yetenek yoksulu sanat kullanıcılarından başka ne beklenebilir ki?” diyenler çıkacak, bu eleştiriler ile aşağılamaların bazıları yahut bunlarla birlikte benzerlerinin tümü birden yüzüme çarpılacaktır kuşkusuz. Onları göğüslemek, göğüsleyemem elbet, ne mümkün, ama en azından umarsızca muhatap olmak da bana kalsın. Değil mi ki, böyle şeyler yazıp bir de bunları şiir diye ortaya sürüyorum, müstahaktır!

LİBERAL

 

devlet sütçülük yapmaz hanımlar beyler

yapsa da iyisini yapamaz

üstelik çoluk çocuğun sütünü düşünmek ona düşmez

sonra araba da üretemez

üretse bile yürütemez

otel motel işletemez

işletse de gelen gideni rahat ettiremez

hatta hastaneydi okuldu

tren otobüs uçak vapur

bütün bunlarla da uğraşmasa iyi olur

hem beceremez hem yakışık almaz

 

ama devlet pek güzel adam döver

damdı bodrumdu sokaktı demez

ağız burun dağıtabilir

kırk türlüsünü bilir te’dip ve terbiyenin

gerekirse birer ikişer asar asilerini

huzur veren beyazlıklar içinde sallandırır

olmadı onlarcasını ölü ele geçirir

devletin yüceliğine yakışan da budur zaten

 

bırakınız assın

bırakınız kessin