Demokrasinin doruğunda

İnsanlara, özellikle de emekçilere demokrasi adı altında bir kurtuluş, hatta tek kurtuluş yolu sunulmasına, bu yönde sonu gelmeyen, utanmazca vaazlar verilmesine karşı yıllardır yazdım, konuştum. Bunu o kadar çok yaptım ki, adım “demokrasi düşmanı”na çıkmış olabilir. O kadar olmasa bile, hiç değilse, daha serinkanlı düşünebilenlerin gözünde, hem genel olarak insanlar hem özel olarak sosyalizm mücadelesi ve mücadelecileri açısından demokrasinin önemini ve değerini anlamayan bir sekter damgası yemiş olabilirim.

Bunları eskiden beri pek önemsemediğimi söyleyebilirim, hâlâ da ciddiye alınabilecek eleştiriler ya da saldırılar olarak görmüyorum. Ötekiler bir yana, en başta şu nedenle: Öznel açıdan bakıldığında mücadele edilmeye değer ve, aynı zamanda, nesnel olarak da bu mücadeleye elverişli koşulların bulunduğu tek devrimin sosyalist devrim olduğu bir dönemde yaşadığımıza inanıyorum.

Hemen hemen bütün coğrafyalarda böyle bir dönemde yaşadığımızı düşünürken, şu son günlerde demokrasi dedikleri şeyin en ilkel koşulu, en tartışılmaz öğesi olarak kabul görmüş genel oy’un, “serbest” seçimin inanılması güç denebilecek düzeylerdeki bir hoyratlıkla umursanmayışı karşısında, hâlâ o şeye toz kondurulmaması ile karşı karşıya ülkemiz. Buna  ne demeli peki? Toz kondurulmayıp sorunun o şeyden değil, ona sahip çıkılmayışından, onu anlayıp uygulamakta yetersiz kalanlardan kaynaklandığı kuyruklu yalanını yaymaya devam edenlere nasıl tepki vermeli? Yoksa, tümünü birden umutsuz “vak’a” kabul edip dil dökmekten vaz mı geçmeli?

İşte bu soruları kafamda dolaştırır ve kendimi inandıracak bir yanıt bulmaya çalışırken, çarşamba günü Aydemir Güler’in buradaki yazısını okudum. Önce, Aydemir’e teşekkürlerimle birlikte, oradan uzunca bir alıntı. Ondan da önce, “teşekkür de ne oluyor” yollu burun kıvırmalara karşı bir itiraz: Neden olmasın, yakınlığımız yerinde bir teşekkürü ihmal etmemizi neden engellesin?

“Büyük kısmı demagojik ve boş bir laf vardır; seçmen sandıkta cezalandırır, falan denir.

Demagojik ve boştur bu laf; çünkü ‘serbest seçim’ adı verilen, burjuva veya temsili demokratik veya parlamenter seçimler adaletin tecelli ettiği bir mekanizma değildir. Emekçi halkın mülk sahipleriyle yasalar karşısında eşit olma mücadelesidir, genel oy hakkı. Genel oy kitlelerin örgütlü mücadelesiyle kazanıldı. Sonra mülk sahipleri, sermayedarlar, zenginler, sokakta vermek zorunda kaldıklarını ‘masa başında’ geri almak üzere bir katakulli tasarladılar. Oy hakkı örgütlü mücadeleyle bir kez kazanılmıştı ya; artık oy hakkını uygulamak için örgütlülüğe gerek kalmamıştı! Hatta seçmen olmak örgütlü olmayı gereksizleştirebilirdi. Seçmen bireydi, örgütlü halk ise öylesine, kaba saba bir kalabalık… Bu son cümle neo-liberal çağda bir ezbere dönüştü ve genel oy yalan oldu, yenildi. 21.yüzyıl kapitalizminde seçimlerin uygulanışı koskoca bir yalandır. Seçim örgütsüz halka boyun eğdirmenin, örgütlenmekten vazgeçirmenin aracıdır. Eskiden tapu gösteren yurttaşlar seçmen olabiliyormuş yalnızca. Artık para yatıramayan, para yediremeyen aday olmayı aklından bile geçiremiyor. Paran kadar propaganda yapılabiliyor. Yoksullara zenginler arasından zengin beğenmek düşüyor. Sandık paranın saltanatının parçasıdır.”

Bu cümlelerin hepsine imzamı atıyorum. Her birini burada ve bundan sonra her yerde yazabilirim. Yazmayacaksam eğer, tek nedeni, okuyacakların “yeter artık, kendi yazacağın kalmadıysa, bırak yazmayı” deme olasılıklarıdır. Düşük bir olasılık sayılmaz.

Bununla birlikte, en önemlisi, Aydemir’in yukarıya aktardıklarım arasındaki son cümlesidir: Sandık paranın saltanatının parçasıdır.

Eğer o kısacık ve olağanüstü kesinlikteki cümlenin yazılmasında en küçük bir katkım olduysa, onca yıldır demokrasi ve onun havariliği konusunda dümdüz gitmemin boşuna olmadığına inanırım.

Sandığın paranın saltanatının parçası olduğu, haydi bir zamanlar o saltanata karşı mücadelenin önemli bir kazanımı olarak ortaya çıkışını da unutmadan diyelim, çok uzun süredir bütün toplumsal mücadelemizin merkezinde yer alan, daha doğrusu, öyle olması gerekirken yeterince yer almasını sağlayamadığımız, dolayısıyla, hâlâ o mücadelenin içindeki herkesin anlaması ve her yeni yoldaşına anlatması gereken bir doğrudur. 

***

Şu 31 Mart seçiminden önceki günlerde, ne olursa bu seçim onlarca benzeri gibi sıradan bir seçim olmanın dışına çıkabilir, biçiminde bir soru sormuş ve iki koşuldan söz etmiştim. Biri, düzen dışı tek seçenek olarak ortaya çıkan partiye yönelik tepkilerin, yaklaşımın nasıl olacağı; öbürü, yukarıda bir kez daha değindiğim demokrasi sahtekârlığının kitlelerce kavranması bakımından bir gelişmenin ortaya çıkıp çıkmayacağı idi.

Bunlardan ilkiyle ilgili olarak, bazı ileri örneklerin yanı sıra, genellikle ılımlı denebilecek bir gelişmenin ortaya çıktığı gözlenebiliyor. Çok kısaca, birçok bakımdan olumlu, ama hızını yeterli bulmanın mümkün olmadığı bir gelişmeden söz edilebilir.

İkincisine gelince, halk kitlelerinde demokrasi aldatmacasına karşı git gide belirginleşen bir tepkinin oluştuğunu, hatta yaygınlaşmaya başladığını saptamakta sakınca görünmüyor. Bundan sonra görülebilecekler bir yana, sadece şu iki olay bile, “milli irade” olarak kutsanmaya  az çok inanmışları dahil, seçmenlerin belleğine kazınmamış olamaz: Bir yanda, Büyükçekmece’de düpedüz bir polis ordusu eliyle kapı kapı dolaşarak “burada kim oturuyor”, hatta “kime oy verdiniz” benzeri sorularla gizli oy ilkesinin basbayağı korkutmaya dayalı bir oy açıklamasına dönüştürüldüğü görüntüler. Öte yanda, seçimlerin gerçekleştirilmesinin bir numaralı ve kararlarına itiraz edilemez sorumlusunun, seçimden önce adaylığında sakınca olmadığını onayladıkları kimselere, KHK olarak ülke tarihine geçmiş ve herhalde dünya tarihinde de yerini alacak bir zorbalık uygulaması ile kamu görevinden uzaklaştırılmış bulunmaları gerekçesiyle kutsal sandıktan çıkmalarına rağmen mazbatalarının verilmemesi, üstelik yurttaşlara ait seçme hakkı da gasp edilerek, onların yerine ikinci sıradakilerin seçilmiş sayılması kararı.

Şu kadarı rahatça söylenebilir: Son seçim, halk kitlelerindeki demokrasi aldanmasının yıkılması, en azından esaslı ölçüde sarsılması bakımından egemenlerin kolaylıkla gideremeyecekleri etkilere yol açmıştır.

***

Demokrasi de onun başına gelenler de bizi ilgilendirmez; ne üzer ne heyecanlandırır. Bunu “halk yönetimi ya da iktidarı” biçiminde düzeltsek de durum pek değişmiyor; çünkü, halk sözcüğünün anlattığı amorf bir yığındır, tanımsız bir büyüklüktür, benzemezlikleri ortak yanlarından çok olan öğelerden, uzlaşmaz karşıtlıklar içindeki sınıflardan oluşur. Bizi coşturabilecek, her koşulda mücadeleye yöneltecek bir düzeltme ise şöyle olabilir: İnsanların, ya da onların ezici çoğunluğunun diyelim, kurtuluşu emekçi halkın iktidarında/yönetiminde gerçekleşebilir ancak. Bununla birlikte, “demokrasi” sözcüğüne terk edemeyecek kadar  ısınmış devrimcilere “sosyalist demokrasi” demeleri önerilebilir belki ama, o da “bab-ı âli yüksek kapısı” demeye benzeyecektir biraz. Emekçi halkın yönetimi sosyalizm sözcüğünde içerilmektedir zaten. İyisi mi, sosyalizm demekle yetinilmelidir. Öyle demokrasi memokrasi diyerek yıllar yılı olup bitenlerden yaka silken emekçileri büsbütün bunaltıp şaşırtmanın alemi yok.