Demokraside iç kapışma

“İç savaş” deyip daha başlıktan yazıyı ilginçleştirmek de vardı ama, gerçekten ilginçleştirir mi, kuşku götürür. Nedenine gelince, kullanan kullanana, üstelik kendimiz de az kullanmadık, epeyce aşınmış ve alışılmıştır diyebiliriz bu terim için. Ayrıca, savaştan bir iki adım öncesini çağrıştırdığı için gerçekliğe daha uygun düştüğü varsayımıyla değiştirip karar kıldığımız şu kapışma sözcüğü de aynı ilginçliği artırma ve okumaya özendirme kaygısını karşılama ya da hiç öyle değilken biraz öyle olmasını sağlama yolunda yararlı olabilir.

İster savaş olsun, ister daha az uygunsuz görünen biçimiyle “kapışma”, söz konusu edeceğimiz sistem içi bir sürtüşmedir; belki biraz da onun görünümleri ve kökenleri… Sistem ise kapitalizm ya da emperyalizm, hangisi kullanılsa fark etmez.

Fark etmez olur mu, biçiminde pek kitabi, burada aynı anlama gelmek üzere, pek ortodoks görünen bir soru sorulabilir. Fark etmez oluşu, emperyalizm dediğimizin, dediğimiz anlamıyla ilk kitaplarının yazılışının üzerinden yüz yıl kadar, nesnel bir gerçeklik olarak ortaya çıkışının üzerindense daha uzun bir süre geçmiş olmasıyla ilgili. Onca karmaşık, onca sarsıp yıkıcı zamanın içinden geçildikten sonra, zaten birbirinden koparılamayacak biçimde bağlantılı bu iki kavramla anlatılanların artık büsbütün bütünleşmiş bir olgunun hem birinin hem öbürünün kullanılmasında sakınca bulunmayan iki adlandırmayla anılabilir oluşundan söz etmek mümkün.

Kısaca söylenirse, ne kapitalizmden kaynaklanmamış bir emperyalizmden söz edilebilir ne de emperyalist sistemin içinde yer almayan, şu ya da bu biçimde onunla bütünleşmemiş bir kapitalist sistemin hüküm sürdüğü bir coğrafyadan. Bugünkü tablo budur. Eskisi nasıl ve ne kadar farklıydı, orası ayrı konu.

Peki, bu iç kapışmanın demokraside ortaya çıkışı da ne oluyor, denemez mi? Denebilir. Yine demokrasi takıntınız mı depreşti, biçiminde bir soru da ardı sıra gelebilir. Gelirse, şaşırtıcı olmaz.

Böyle doğal bulduğum sorulara yol açabilecek bu yazıyı düşündürten, kamusal nitelikli bir Alman medya kuruluşu olan Deutsche Welle’nin  son “ifade özgürlüğü ödülü”ne Trump’ın hışmına uğrayan Beyaz Saray Muhabirleri Derneği’nin layık görülmesi oldu; daha doğrusu, Sedat Ergin’in gazetesi Hürriyet’te bu olaydan söz açarak yazdığı yazı.

Ergin’in yazısından öğrendiğimize göre, bu ödül genellikle demokrasinin az gelişmiş olduğu kabul edilen ülkelerdeki kişi ve kuruluşlara veriliyormuş. Nitekim, 2015’te Suudi Arabistan’da tutuklu bulunan bir yazara, 2016’da ise gazetesinin genel yayın yönetmeni olarak kendisine verilmiş. Ödül töreninden izlenimler aktaran Ergin, “Evet, artık ‘özgürlüklerin ülkesi’ABD’de bile gazetecilerin hakları için mücadele etmeleri gereken bir dönemden geçiyoruz” dedikten sonra ekliyor: “Kim bilir daha neler göreceğiz?”

Bundan sonra görülebileceklerin bilinemezliğine ilişkin kaygılı bekleyiş az çok anlaşılır sayılabilir. Ama tümüyle kestirilemez olduğu da söylenemez. Bir eğilim aşağı yukarı belirginleşmiş görünüyor: Zorlu mücadelelerle elde edilmiş özgürlüklerin budanması ve özgürlüksüzlük biçiminde dile getirilebilecek bir durumun ortaya çıkışı, geçen yüzyılda kazanılanların yitirilmesinde coğrafya ya da sözüm ona gelişmişlik farkı gözetmeyen bir düzlenme/eşitlenme, ülkeler arası demokrasi farkları denilen şeyin git gide törpülenmesi…

Kısacası, demokrasinin ne anlama geldiği konusunda bir zihin açıklığına ulaşmış ve tarafını da açık seçik belirlemiş olanlar açısından şaşırtıcı olmayan bir eğilimden söz ediyoruz.

İfade özgürlüğünün engellenmesine karşı çıkanlara verildiği söylenen bir ödülün son üç yılda gittiği ülkelerin S. Arabistan, Türkiye ve ABD olarak sıralanması şaşırtıcı olmamakla birlikte, bu ödül dağıtımının güvenilir bir ölçüt olduğunu da düşünmemek gerekiyor.

Bir kez, ödül veren kuruluşun Almanya’nın bir devlet kuruluşu olduğu, Soğuk Savaş yılları boyunca da emperyalist dünyanın hizmetinde militanca görev yaptığı hatırlanmalı. Dolayısıyla, kararsızlık içinde de olsa Amerika ile kapışmaya çabalayan Almanya’nın ve sıkıntılı günler geçiren Merkel’in, daha az sıkıntı içinde olmayan Trump Amerika’sına karşı bir tür saldırıda bulunmuş olduğunu ileri sürmenin gerçeklerden uzak bir değerlendirme sayılması yerinde olmaz.

Bununla bağlantılı olarak, ikincisi ve daha önemlisi şudur: Sözcük anlamıyla halkın yönetimi demek olsa da demokrasi, antik çağlardaki bugünkünden birçok bakımdan daha gelişkin biçiminde bile, halkın ancak çok küçük bir bölümünün yönetimi olarak somutluk kazanmıştır. Kapitalist sınıfın egemenliği altında gerçekleşen modern zamanlardaki demokrasi de kendi içinde çelişki ve çatışmalardan arınmış değildir elbette. Başka bir anlatımla, çatışmaları yıkıma uğramadan uzlaştırmaya çabalar görünmek ve başaramamak, emperyalist sistemin hep yaşadığı bir öyküdür. İç çatışmalarını aşıp geride bırakmış bir ultra-emperyalizmin sadece belli dönemlerle sınırlı olarak, o da aldatıcı bir görünüm içinde gerçeklik kazanabileceğini yaşayarak da öğrenmiş durumdayız artık. Sözgelimi, Avrupa içinde ve yaşlı kıta ile Atlantik ötesinin ilişkilerinde ortaya çıkan gerilimler, yüz yıl önce açıkça dillendirilmiş olan, emperyalizmin iç çatışmalardan korunaklı olamayacağı gerçeğini açıkça göstermiştir. Bununla birlikte, bir ultra-emperyalizm tasavvuruna çanak tutan gelişmeler belli koşulların geçici olarak bir araya gelmesiyle ortaya çıkmayı sürdürür ve böylece emperyalist sisteme bir yenilmezlik görünümü kazandırır. Bu durum, devrimi ulaşılması imkânsız bir hayale dönüştürerek ondan vazgeçmeye ve kurulu düzeni kabullenip orada kendine görece daha iyi, daha katlanılabilir bir hayat, bir yer, bir var oluş arama eğilimlerine neredeyse bir “nesnel temel” yaratır.

Sonuç olarak, sistemden bağımsız olmayan birtakım kuruluşların ödül ve benzeri mekanizmalarını güvenilir göstergeler olarak değerlendirip şaşırmak ve/veya kaygılanmak yerine, git gide kaotik bir duruma giren emperyalist demokrasinin ulusal ve uluslararası düzeydeki çıkışsızlığını kavramadan olup biteni anlamak mümkün değildir.

Ancak, artık fark edilmesi iyice kolaylaşmış bu çıkışsızlığın, kaosun sondan bir, belki de iki önceki evresi olarak görülmesi doğru olmakla birlikte, sona çok yaklaşmış bulunmanın çok da iyi bir durum sayılamayacağını düşünmek gerekir. İyi değildir; çünkü, sonun o kadar yakınında isek, şu haliyle emekçi insanlığın mutlak kaos durumunu umutlu bir yeniden kuruluşa doğru aşması çok güç olacak demektir.

Yine de, bundan bir karabasan çıkartmaktan daha kötüsü olamaz. Kurtuluş yolunun doğrusal bir çizgi izlemediğini ve genellikle kolayca öngörülebilir olmayan sıçramalarla gelişip hedefine yaklaştığını hiç unutmazsak, bizde bir sorun yok ya da sorunumuz aşılamaz değil, diyebiliriz gönül rahatlığıyla. Gelip geçici bir moda olmasını umduğum yeni yeni yaygınlaşan deyişle “sıkıntı”nın büyüğü ise onlardadır; hem de imkânsızlık düzeyinde...