Değmez olur mu hiç!

Yaşadıklarımıza, onları yaşarken katlandıklarımıza değdi mi, sorusundan söz ediyorum. Genellikle, belli ölçüde birikmiş yaşantıların ardından gündeme getirilir. Ayrıca, böyle çoğul özne kullanılarak sorulabileceği gibi tekil özne kullanılarak da sorulduğu olur.  

Sadece sorgulayıcı bir akla ve alışkanlığa sahip kimseler için değil, böylelerine hiç benzemeyen daha sıradan insanlar için de can sıkıcı bir sorudur aslında. 

Neden “can sıkıcı”, denilecek olursa, şundandır: Değdi deseniz, madem öyle niye hâlâ bu kadar geri bir durumdasınız, neden ulaşmak için onca özveride bulunduğunuz amacın bu kadar uzağında bulunuyorsunuz,  sorusu ile karşılaşırsınız. Değmedi deseniz, o halde yazık değil mi size, onca “şeye” katlandınız, sonunda geldiğiniz yere bakın, ya da benzeri bir irdeleme hemen ardından yetişir; kendiliğinden yetişmese de yetiştirenler hiç eksik olmaz.

Herhalde en iyisi, soruluş biçiminin dayattığı ikilemi ortadan kaldırmak, evet ya da hayır ile sınırlanmış yanıt seçeneklerinin dışına çıkmaktır. Öyle karmaşık bir öneride bulunmuyorum bunu söylemekle; tam tersine, basitçe, evet ya da hayır demekle bırakmamalı, neden(ler)ini de açıklamalıyız, demiş oluyorum.

Ama, farkındayım, bu durumda bile sorunun can sıkıcılığı ortadan kalkmıyor. Ortadan kalkmıyor; çünkü, soruyu sordurtan bir önkoşul olarak en başta belirttiğimiz belli bir düzeye ulaşmış yaşantı birikimi, pek çok sıkıntıyla, mücadeleyle, özveriyle gerçekleşir her zaman. Dolayısıyla, o birikimin niceliğine ve içeriğine bağlı olarak, yanıt olumlu da olumsuz da olsa, ister değdi ister değmedi denmiş olsun, bir burukluk, bir doyumsuzluk ya da yetmezlik duygusu, onlardan oluşan bir tortu hiç eksik olmuyor.

Bütün bunları anlaşılır bulmakla birlikte, bu yazıyı tetikleyen yazıda ileri sürülen bir noktayı vurgulayarak sürdürmek istiyorum. O yazı Mehmet Kuzulugil imzası taşıyordu ve burada 6 Ocak günü yayımlanmıştı: 

“Önlerinde başka yol yoktu. Çatırdayan çürük dünya, o korsan gemisi onlara sadece savaş cephelerinde Çar için ölmeyi, kıtlıkta zengin ağalar ambarlarını doldururken aç kalmayı ya da ‘açım ve bir tas çorba için çalışırım’ yazılı kartonlarla gökdelenlerin dibinde dilenmeyi, kana ve kâra susamış canavarların elinde onurunu kaybetmeyi vaat ediyordu.

Devrimi, torunlarına daha iyi bir dünya bırakmak isteyenler yapmaz. Kendileri için yaşanamaz hale gelen bir dünyayı yıkmak isteyenler yapar.

Devrimi ayakta tutan ‘biz göremesek de torunlarımız görecek’ fikri değildir. Geriye düşersek yok oluruz, cennet filan kurmadık belki ama döneceğimiz yer bir cehennem fikridir.”

Bizim gençliğimizde söylenirdi, sonraları da tekrar edildi, aradan yarım yüzyıl geçtikten sonra da hâlâ söylemekten vazgeçmedik: Şu yoksul halkın, soyulup soğana çevrilmiş ülkenin bin bir özveriyle, çeşitli zorluk ve yoksunluklara göğüs gerilerek okutulup yetiştirilmiş gençleri olarak, halkımıza, ülkemize borçluyuz; borcumuzu ödemek, bunun için gerekeni yapmak zorundayız.

Güzel, hem güzel hem doğru. Böyle bir ahlak olmalıdır.

Yalnız, bu kadarıyla bırakıldığında bir eksiklik var, hem de işi düpedüz yanlışlığa  götürebilecek ölçüde bir eksiklik.

Gençlere bir ahlak öğüdü olarak söylenen bu sözler, ancak onların büyük çoğunluğu için geçerli olan bir sınıf boyutu eklendiğinde, gerçekliğe uygunluk kazanıyor. Onların zengin sınıflardan gelmeyen ve gelecekte o sınıflar arasına katılma olasılıkları pek düşük olan büyük bölümü, tıpkı ana babaları gibi, emekçi olacaklar ve birer emekçi olarak yapılması gereken ne ise onu yapmak zorunda kalacaklardır. Karşılaşılacak güçlüklerle engeller, kötülüklerle haksızlıklar, onları aşmak için gösterilecek özveriler ile çaresiz katlanılacak acılar, kökten değiştirilinceye kadar bu dünyanın düzeni içinde olağandır, sıradandır, hiçbir şaşırtıcılık taşımaz.

Az önce “yapılması gereken” derken anlatılmak istenense, öyle çok seçenekli bir tablo ortaya koymaz. Altı üstü iki seçenek, onlara da seçenek denebilirse: Ya koyunlara özgü bir uysallıkla kaderine razı olarak çalışıp didinip duracaksın, bunu yapacak iş ve imkân bulabilirsen eğer; ya da kader denileni kendi ellerine almak üzere dikilip kalkacaksın…    

Bu söylenenler yalnız okutulup yetiştirilmiş gençler için değil okuma yazması kıt gençler için de, yalnız gençler için değil daha ileri yaşlardaki insanlar için de geçerlidir. Yeter ki, bütün bu insanlar, “emekçi” dediğimiz, hayatlarını sürdürebilmek için emek güçlerini satmaktan başka yolu bulunmayanlardan olsunlar. 

“Çürüyen, çatırdayan dünya, bu korsan gemisi bizi bir cehenneme doğru kovalıyor. Ve artık kaçılacak bir yer de yok.

O yüzden dünya ‘devrim mevrim yapacağı olmayan’ sürülerin değil, devrimsiz kurtuluş yüzü göremeyecek olan yığınların doldurulduğu bir gemi.”

Mehmet’in yazısı bu satırlarla bitiyordu.

Buradaki gemi metaforuna ilişkin şöyle küçük bir itiraz ya da, itiraz değilse bile, bir yorum farkı olabilir: O büyüklükte ve kapsayıcılıkta bir gemiyi hiç yapamadılar; bundan sonra da yapamayacaklar. Mümkün değil çünkü. Ayrıca, istemezler de. Dolayısıyla, yeteri kadar kürek mahkûmu ve çeşitli yollarla kendilerine bağladıkları bir bölük gemici dışında herkesi denize dökmek zorunda kaldılar. Bizler de denize dökülenler arasındayız. Şu farkla ki, yüzmeyi de biliyoruz bilmeyenleri kurtarmayı da… Yeryüzü dediğimizden başka bir gemi bulamadığımız için de orayı yeniden ele geçirip hedefimize doğru devam etmek üzere uğraşmaktayız.

Uğraşımız boşuna mıdır yahut mertlik belasına mıdır? İkincisi pek de burun kıvrılabilir olmayan bir soyluluk taşımakla birlikte, hayır, ikisi de değil! Eksiğimiz gediğimiz, şuyumuz buyumuz, eyvallah, kimsenin bilip de söyleyemeyeceği kadar farkındayız, onları söylemek de gidermek de boynumuzun borcudur. Bu tür sözler biraz hamaset kokar; dolayısıyla, kof hamasetten  oldum olası hoşlanmadığımıza göre, soğukkanlıca söylemekte yarar var: İşimizdir, elimiz mahkûm, yaparız; başka türlü yaşamayı ne becerebilmiş ne de kendimize yakıştırmışızdır zaten.