Darbelerden darbe beğen

Bunu mu diyor acaba Türkiye kapitalizmi? Halkımıza darbe denilen ürünün de ayrı ayrı birçok türünü sunuyor ve “seç, beğen, al” mı diyor?

Hani, serbest piyasa öyleymiş ya, çeşit çeşit ürünü arz eder, gayet aklı başında ve özgür olan tüketici de öyle bir konumda yaptığı seçimlerle piyasaya hükmedermiş…

Kadir Sev’in geçen gün, kendi kuşağının üç darbe yaşadığını belirttikten sonra onların yapıp ettiklerine ilişkin bazı hatırlatmaların ardından “ İşte bütün bu nedenlerle de, yetmişine merdiven dayamış olan benim kuşağım, darbeleri ve darbecileri hiç sevmez.”dediğini okuyunca, aklıma gelen bu oldu.

Ben de onun sözünü ettiği kuşaktanım ve, doğruya doğru, Türkiye kapitalizminin bize cömertçe sunduğu bu ürün bolluğunun bütün türlerini yaşadım. Kadir sadece “başarıya ulaşanları” saymış; yoksa, sayının daha fazla olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla, ürün bolluğundan söz etmekte bir yanlışlık yok. Buna karşılık, ürün çeşitliliği için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Olsa olsa, özellikle sonuçları bakımından birbirinden farklılık gösteren iki kategori darbeden, emekçi sınıfların yararına sonuçlar üretmiş olanlarla egemen sınıfların iktidarlarını kollayıp pekiştirmeyi amaçlayanlardan, biraz zorlanırsa da, bu sonuncu kümenin içinde yer verilebilecek birkaç alt türden söz edilebilir.

Yaşadığımız dünyada en çok, az sayıdaki firmanın egemenliği anlamındaki oligopol piyasalarının gerçeklik kazanabildiğini biliyoruz ve kırk yıl kadar önceden kalma popülerleşmiş bir reklam sloganını bu piyasaları ve özelliklerini öğrencilere anlatırken kullandığımızı iyi hatırlıyoruz: “Yok aslında birbirimizden farkımız, ama biz … Bankasıyız.” Benzetmede hata aranmaz, sözüne sığınarak, kolaylıkla sadeleştirilip sayıları oligopol tanımına uygun düzeye indirilebilecek sivil ve asker partilerini bu piyasanın firmalarına, onların vaatlerini ve gerçekleştirdiklerini de üstün becerili reklamlarla birbirinden çok farklı oldukları yönünde bir kanı oluşturdukları, ama aslında hemen hemen birbirinin kopyası ürünlerine benzetebiliriz.

Neden olmasın?

Olmasına olur ama, yine de, bir fantezi sayılmaktan kurtulamaz böyle bir benzetme. Oysa, muradımız bu değil; onlara da başvurmaktan geri kalmamakla birlikte, fantezilerle, şakalarla eğleşmek değil.  Yarım yüzyılı aşkın bir süredir tanık olduğumuz darbelerin “girişim” düzeyinde kalan geçen haftaki son örneği, çok yakında gerçekleşmiş ve uzantıları hâlâ sürüyor oluşunun yanı sıra, silah ve iletişim teknolojilerinin gelişmiş imkânlarıyla da çok daha fazla sayıda insanı, çok daha sarsıcı biçimde etkiledi. İnsanlar, özellikle başkentte ve biraz daha farklı biçimde İstanbul’da olmak üzere, yaklaşık sekiz saat boyunca alçaktan uçuş yaparak evlerini yıkacak sandıkları F-16’ların, savaş helikopterlerinin hiç bitmeyecekmişçesine sürüp giden saldırılarının, değişik sürelerle kulaklarına ulaşan çatışma seslerinin dehşet verici etkisiyle, unutamayacakları bir karabasanı yaşadılar. O kadar ki, ben de, meclise ve genel kurmaya kuş uçuşu bir iki kilometre uzaklıktaki konutumuzda, sözüm ona yaşanmışlıkların kazandırdığı soğuk kanlılığımı abartarak ev halkını sakinleştirmeye çalışır ve  “Canım, endişeye gerek yok, bunların yakıtları biter birazdan, çekip giderler.” derken, sabaha kadar devam eden muazzam gürültüler karşısında ne diyeceğimi bilemez oldum. Meğer, halkımızın adını çok işittiği ve herhalde iyilikle anmadığı İncirlik Üssü’nden kalkan tanker uçakları onlara havada yakıt ikmali yapıyormuş. Sonunda, gün ağarmak üzereyken, benim engin tecrübelerime dayanan sükûnet tavsiyelerimin de herhangi bir etkisi kalmamıştı.

Uzun sözün kısası, geçen hafta, en gereksiz ayrıntıları bile hesaba katma çabasıyla yer yer sırıtan bir acemiliğin, dehşet verici bir gözü dönmüşlükle hiç eksik olmayan bir kararsızlığın, çaresiz çırpınışlarla zavallıca bir habersizliğin iç içe geçtiği ve sonunda “girişim” düzeyinde kalan bir darbeyi yaşadık. Hemen ardından da ne kadar süreceği ve nerelere uzanabileceği belirsizliklerle dolu uzantılar ortaya çıkmaya başladı.

Bugüne kadar birçok aklı başında değerlendirme yapıldı. Onları mümkün olduğunca yinelemekten kaçınarak, şunların altı çizilebilir:

* Tanık olduğumuz, bir yanıyla başarısız, ama kanlı, öteki yanıyla şimdilik başarılı görünen ve  şiddet derecesi henüz tümüyle ortaya çıkmamış bir hesaplaşmadır.

* Bir başka anlatımla, devlet içindeki, görünürde iki hizbin, belki de, bir olasılık, onların yanında saf tutmuş daha ikincil hiziplerin sınırlı ölçülerde katılımıyla gerçekleşen bir kapışması ve bunun şimdiden tam olarak kestirilemeyen bir şiddette ve aynı derecede belirsiz bir süre boyunca devamı söz konusudur.

* Böyle bir kapışmadan emekçilerin yararına sonuçların ortaya çıkması ya imkânsızdır ya da benzeri görülmemiş rastlantılara bağlıdır. Emekçi sınıfların çıkarlarının şu ya da bu derecede ve süreklilikte zarar görmesi ise aşağı yukarı kesindir.

* Epeydir bozuşmuş eski ortaklardan gücü elinde tutanın dünyasını karartacak bir güvensizliğe yol açması kaçınılmaz “yatak odamıza kadar girmişler” haklı korkusuyla akıl dışı tepkiler göstermesi, tasfiye edilmesi mukadder görünen  tarafın hiçbir şeyi yapmaktan çekinmeyecek bir gözü dönmüşlüğe sürüklenmesi ve bunun birinci taraf üzerinde katmerli ve nesnel olarak haklı bir paranoya yaratması, beklenebilir gelişmelerdir. Sonuç olarak, bu kısır döngünün, daha doğrusu, yükselerek sürecek korkuya kapılma/dehşet saçma sarmalının nerede duracağı belirsizdir.

* Hemen başlamış ve devam edeceği anlaşılan, sayıları şu anda onbinlerle anlatılmakla birlikte yakında yüzbinlere geçilmesi olası tasfiyelerin, sivil ve asker bürokraside yaratması kesin boşluk, git gide, bir tür felç haline dönüşebilir.

* Çoktandır tasfiye edilmiş bulunan “asparti”nin büsbütün yok olmasının yanı sıra, devletin onsuz edemeyeceği silahlı kuvvetlerin onarılmasının imkânsızlığa yakın bir güçlük gösteriyor oluşu, düzenin sürüp gitmesine tahammül edemeyeceği bir sorundur.

* Bütün bu uzun sürmesi ve sürdükçe yeni sorunlar yaratması kaçınılmaz sürecin hem yenen/yenilen ve açık/gizli hizipler arasındaki sürtüşmeyi bir kan davasına dönüştürme olasılığı hem de bütün bir devlet mekanizmasını ve dolayısıyla düzenin tümünün  işleyişini ölümcül ölçülerde yavaşlatma, aksatma ve hatta durdurma olasılığı vardır.

* Bunlardan herhangi birinin gerçekleşmesi bile düzen açısından göze alınamaz riskler içermektedir; kaldı ki, hiç de düşük görünmeyen, tümünün birden gerçekleşme olasılığı ise tam bir felakettir.

Bir de, otuz küsur yıldır Orta Doğu’yu izleyen ve yazan, İngiliz gazeteci Robert Fisk’in darbe girişiminin hemen ertesi günü söyledikleri var. En sonunda, bu darbe bastırıldı, gelecek aylar ya da yıllardakine bakın, demeye getiriyordu. Bizdeki düzen siyasetçilerinin gülünç internet muhtırasından beri moda ettikleri “darbeleri bitirdik” böbürlenmesinin tersine, benzer ve benzemez yanlarıyla, yinelenme mümkündür elbette. “Darbe” sözcüğünden anlaşılan, var olan azınlıktaki sınıflar iktidarının bir başka azınlık iktidarına yönelik olarak ve genellikle meşru kabul edilmeyen bir biçimde yıkılmasıysa eğer, o darbelere yinelenemeyecek bir kesinlikle son verme şansına ancak emekçilerin sosyalizmin kuruluşuna kararlılıkla yönelen iktidarı sahip olabilir. Yalnız, dikkat, yine de bir şanstan, çok yüksek de olsa, bir olasılıktan söz ediyoruz; zorunluluktan yahut kesinlikten değil.

Hiç bıkmadan vurgulanması gerekenleri de Parti’nin 17 Temmuz’da yaptığı değerlendirmenin kimyasal bir özetini çıkarmaya çalışarak şöyle toparlamak mümkün görünüyor:

Türkiye karanlık güçlerin birbirine girmesiyle değil, onların temsil ettiği sınıf egemenliğine karşı emekçi halkın mücadelesiyle düzlüğe çıkabilir. Bu gerçeği ihmal eden her tür çözümleme ve tavır yanlıştır. Darbeye karşı demokrasi güçlerinin zaferi şarlatanlığına da, herkes Erdoğan’a karşı birleşsin “uyanıklığı”na da prim verilmemelidir. Cemaatten, gericilikten, sermayeden ve emperyalist merkezlerden bağımsız bir sınıf örgütlenmesinin güçlendirilmesi ve yetkinleştirilmesi bir zorunluluktur. “Somut olarak ülkedeki dengeleri değiştirebilecek darbe gecelerinde de, gerici linç kampanyalarında da harekete geçip oyunu bozabilecek bir bağımsız devrimci örgütlenme” yoksa, toplumu tepeden tırnağa sarsan olaylar karşısında şu ya da bu ölçüde etkin olan ya da olmaya çalışan, ama eninde sonunda seyircilikten öteye geçmeyen bir konumdan başkasına ulaşmak imkânsızdır. Bu doğruysa eğer, öyle bir örgütün yaratılmasına katkıda bulunmayan çabalar da, başka açılardan ne kadar değerli olursa olsun, boşunadır; paha biçilmez emek sürelerinin yok yere heba edilmesidir. Yaşadığımız darbelerin sonuncusu ve ortaya çıkmaya başlayan uzantıları, bunu bir daha gündeme getirilmeyecek kesinlikte ortaya koymuş olmalıdır. 

Unufak olacak derecede çürümüş bu düzende öyle bir örgüt yaratmaya uğraşırken emekçi kitlelere söylenmesi gerekenler konusunda eski yanlışları yinelememekse o uğraşın başarıya ulaşmasının ilk koşuludur. Söylenmesi gerekenin ne olduğu İlker’in dünkü yazısının son satırlarında vardı. Oradan alıyorum:

“Bu çürüme karşısında kim yapısal bir şey önerebiliyor? Biz yükleneceğiz, sosyalist bir rejim önereceğiz, bunun için mücadele edeceğiz, aydınlanma ve eşitliği bu bağlama yerleştireceğiz.”

Evet, aydınlanmayı, eşitliği, kardeşliği, adaleti öne çıkaracağız. Ama bu işi ne soyut kavramlar ve özlemler, ne de başta demokrasi olmak üzere çürümeye ideolojik ve maddi anlamda dayanak oluşturmuş bağlamlar içinde yapmak doğru olabilir. Bunların insanlığın büyük çoğunluğunu oluşturan emekçiler için gerçekleştirilmesinin yolu, ancak ve sadece, sosyalizmden geçiyor. Onları, olasıdır ki, zaten yeniden az çok sezmeye başladıkları bu gerçeğin saflarına kazanmaktan başka çözüm yoktur.

Ya bu çözüme hızla ulaşmanın yollarını buluruz ya da tarihimiz yazıldığında bir dipnot kadar bile yer alamayız!