Dalgalar Nereye Sürüklüyor?

Öncekilerde benzer bir soru ortaya çıkmadıysa bile, on ikinci olarak sayılan dalganın böyle bir soruya yol açması doğaldır. Bu sorunun açtığı yolda biraz ilerlemekte sakınca yok.

Muhatapları üzerinde nasıl bir etki yarattığı ile başlanabilir.

Bir korku saldığı doğrudur. Şimdi pek çok Kemalist, Atatürkçü ya da kendisine öyle siyasal yakıştırmalar yapmayıp da yardım, hayır, sevap türünden kaygılarla destek, bağış, dayanışma örgütleyen, hatta örgütleme sözcüğünün anlattığı kadar ileri gitmeyip böylesi düzenlemelere, sadece, bir kerelik bağış, biraz daha düzenli yardım ve benzeri pasif destek sağlayanlar, "Aman, başıma iş almayayım, bunların gözü dönmüş, benim de başıma iç açarlar!" diyerek korku içinde sus pus olup büsbütün köşelerine çekileceklerdir. Böyle düşünülüyordu. Peki, çekilmişler midir? Geçen iki yıla yakın sürede çekilenler olduğu kuşkusuzdur.

Ama, buna karşılık, aslında aşağı yukarı böyle düşünmeye ve buna uygun davranmaya aday olan birçok insanın da nerdeyse militanlaştığı gözlenmektedir. Üstelik, bu iki grup insanın hangisinin sayıca daha çok olduğunu söylemek de kolay değildir. İlk bakışta, "korkup çekilenler"in tartışılmaz bir çoğunluk oluşturdukları düşünülebilir. Ancak, böyle olmadığını gösteren işaretler var bu saldırıya doğrudan ve dolaylı olarak muhatap olanlar arasında hangi grubun çoğunlukta olduğunu kimse söyleyemez. Ama, ev baskını, gözaltı, tutuklama türü araçlarla doğrudan muhatap edilmiş olanlar arasında derecesi farklı olmakla birlikte "militanlaşanlar"ın çoğunlukta olduğu rahatça söylenebilir.

Bir de dolaylı muhataplar bulunuyor.

Böyle bir adlandırmaya uygun düşen iki ana kümeyi, bir yanda, değişik toplumsal ilişkileri nedeniyle konuyla ilgili olanlar, dolayısıyla, sabah karanlığında kapısı çalınmaya aday sayılabilecekler, bir yanda da, şu ya da bu kaygıyla olup bitenleri izleyen geniş bir yurttaşlar topluluğu biçiminde tanımlayacak olursak, ilk kümedekilerin içinde de militanlaşmaya aday bir topluluğun pek öyle azınlıkta olmadığı söylenebilir. İkinci ve en büyük kalabalığı oluşturan kümede ise hangi eğilimin ağır bastığı, yanıtı ortada olan bir sorudur. Bununla birlikte, korkup sinenlerin çok da belirgin bir çoğunluk oluşturduklarını düşündürecek veriler bulunmadığı gibi, somut veriler bir yana, bu yönde bir hava sezildiğini ileri sürmek de kolay görünmemektedir. Bütün bu olup bitenlerle hiç ilgilenmeyenlerin toplumdaki asıl büyük çoğunluğu oluşturduğunu unutmamak koşuluyla, bu saptamaların gerçeklikle uygunluk içinde olduğunu söyleyebiliriz.

Eğer öyleyse, bu operasyonun, ilk akla gelen amaçları arasında sıkça sayılan ve üç aşağı beş yukarı bir görüş birliği oluşmuş bulunan korku salma amacına yaklaşma bakımından, en azından şimdilik, çok da kabul edilebilir bir başarı sağladığı sonucuna ulaşılamamaktadır. Bir adım daha atılarak, başarısız olunduğunu ya da başarı düzeyinin doyurucu görülemeyeceğini belirtmek, daha gerçekçi görünmektedir. Hatta, küçümsenemeyecek sayıda bir "militanlaşanlar" topluluğu yarattığına bakılarak, bu operasyon onca hazırlığın, iki yıl dolayında bir sürenin ve 12 olarak sayılan "atak dalgası"nın sonunda, amaçlandığı varsayılan korku ile birlikte, bir korkusuzluk havasına da yol açmıştır, ya da, yol açmak üzeredir, bile denilebilir.

Öte yandan, toplumsal ve siyasal düzen üzerindeki, deyiş uygunsa, bu düzenin "ruh durumu" üzerindeki etkiler söz konusu edilebilir. Birkaç noktayı öne çıkarabiliriz.

Düzenin yarattığı ve uzun süre verimli bir biçimde kullandığı, ancak git gide çok bilinen Dr. Frankenstein öyküsünü hatırlatır biçimde gelişmeye başlayan bir siyasal akım açısından, dört duvar arasında okuyup üflemenin ötesine geçmenin gerekli ve mümkün olduğu anlaşılmıştır. Belli bir güç elde edildikten sonra, o gücün desteğini almak ve bunu makul bir süre kaybetmemek koşuluyla, şaşırtıcı bir fütursuzluk ve ısrarla saldırmak, bunu yaparken bir bütün olarak burjuvazinin çıkarlarının ve bu sınıfın bir tarihselliğinin bulunduğu ileri sürülen legalitesini iki paralık etmekten hiç çekinmeden var olan her türlü yasallığın sınırlarını sonuna kadar zorlamak mümkündür. Bunun açıkça ortaya çıktığını saptamak ve çok kısa dönemdeki gelişme çizgisinin de bu saldırı imkânlarını daha da zorlama yönünde olacağı tahmininde bulunmak, yerindedir. Bunun düzen açısından, ciddi tehlikeler barındırmakla birlikte, olumlu bir anlam taşıdığı da eklenmelidir.

Olumsuzluk ise şuradadır:

Düzenin parçalanmışlık görüntüsü belirginleşmektedir. Tek parçalı bir bütün olduğu ne zamandır söylenemezdi, diye itirazlar olabileceği için bu saptamayı onları da göz önünde bulundurup düzelterek yazmalıyız: Düzenin parçalanması, birçok bakımdan ve bu arada hukuk açısından, hiçbir dönemde görülmemiş bir açıklığa, çarpıcılığa ulaşmıştır. Bu nesnel gerçekliğin kendisi olarak böyle olduğu gibi algılanma ve açık kapalı dile getirilme açısından da böyledir. Düzenin çeşitli aktörleri farklı tavırlar almakla birlikte, iktidardakiler için de birörneklik söz konusu olamamaktadır artık öyle bir noktaya gelinmiştir. Parlamentonun yanı sıra, üniversiteleri önce dümdüz etmenin, sonra o yerle bir konumu süreklileştirmenin aracı olarak AsP'nin 12 Eylül programının çok önemli bir bölümünü oluşturan yök kurumu, hatta yargının kendisi de dahil olmak üzere, adı geçen parçalanma her yana yayılmaktadır. Açıkçası, her kurumun içinde küçümsenemeyecek ayrışmalar ortaya çıkmakta, çoğalmakta bunlar birbirine muhalif partiler bir yana, aynı ve iktidar konumunda bulunan partide de gözlenebilmektedir. Böyle bir parçalanmanın yaygınlaşması durumunda, egemenliğin uzun süre ve ölümcül denebilecek ölçüde ağır sarsıntılara uğramadan varlığını sürdürmesi imkânı kalmaz.

Ünlü "devrimci durum" kuramında, her devrimci durumun bir devrime yol açmayacağı, bunun için ulus ölçeğinde bir "kriz"in varlığının gerekli olduğu belirtilir. Ulus ölçeğinde kriz derken de sömürücüleriyle sömürülenleriyle bütün sınıf ve katmanları etkileyerek ulusu birbirine karşıt iki kampa bölen bir sorunun kast edildiği belirtilir ve Fransa'da böyle bir etkiye yol açmış "Dreyfüs davası" bir örnek olarak gösterilir.

Şimdi, "devrimci durum"un varlığına ilişkin hiçbir saçmasapan imada bulunmaksızın, öğretinin devrimci durumun nesnel koşulları ile öznel koşuluna ilişkin o ilk ve asıl bölümünü atlayarak, bu ulus çapında kriz konusuna gelir ve bir tür fikir jimnastiği yapmayı denersek, şu soru hiç sorulamaz değildir herhalde: Bu dava, bizim ülkemiz açısından, böyle bir ulus çapında kriz olmaya doğru gitmekte değil midir?

O halde, bunu diyebiliyorsak, kuramın bütün öğelerin birlikte ortaya çıkacağına ilişkin bir öngörüsü bulunmadığına göre, şunu da söyleyebiliriz: Devrimci durumun kendisi var olsaydı, onun devrime dönüşmesi için gerekli ulus çapında krizin olgunlaşmasına da ramak kalmış olacaktı.