Dağınık Notlar

Bizim bu yazıp çizme haberleşme ortamının resmi ya da teknik adı “portal” olmakla birlikte, ben bundan hiç hoşlanmıyorum, postal der gibi geliyor bir de şöyle esaslı bir günlük sol gazete aşağı yukarı kırk yıldır hayallerimiz içinde olduğu ve güncel geçerliliğine aldırmaksızın hep bu gerçekleşebilir hayali canlı tutanlar arasında yer aldığım için, soL gazetesi demeyi tercih ediyorum. İşte bu gazeteyi okudukça ya da okurken, bir yığın çağrışım birbirini izliyor. Kimileyin bunları bir kenara not ediyorum, kimileyin not etmemiş bile olsam, aklımdan çıkmıyor. Şimdi bu ikinci kategoride olanlarla ilgili birkaç not yazmak niyetindeyim.

* * *

İlkin, Yurdakul Er’in bu Cuma değindiği bir konu. Er, solcu diye bilinen bir Cumhuriyet yazarının (E. Yıldızoğlu) geçen hafta yayımlanmış bir yazısından hareketle , “Kime solcu denmez?” sorusuna ilişkin bir ölçüte yer veriyor. “Reel sosyalizm”e düşmanlıkta sınır tanımayana solcu denmemeli, demeye getiriyor. Kendi formülasyonu tam olarak şöyle: “Bütün zaaflarına rağmen reel sosyalizm, varolduğu sürece, emekçi sınıflar için tarihin en büyük kazanımıydı. Değil miydi? Reel sosyalizmin varolduğu dönem boyunca, eleştirilecek hatalarına ve son dönem kadrolarına egemen çürüme sendromlarına rağmen, insanlık için en önemli bir sistem kazanımı olduğunu söylemeyen, nasıl devrimci kanattan kabul edilebilir?”

Bu sorunun yansıttığı şaşkınlık ya da itiraz, bence de yerindedir. Ancak, Er, burada durmuyor ve her zamanki doğruculuğu ile, yine aynı yazıda sözünü ettiği Almanca deyiş uyarınca, “A diyen, B de demek zorundadır” diyerek devam ediyor:

“Bu kazanımı kabullenmeyen, açıkça karşıdevrimin borusu veya borazanıdır.”

Anılan yazarın birçok iyi yazısını okuduğumu, hatta altına imzamı atabileceğim yazılarına sıklıkla rastladığımı hatırlayarak, biraz irkiliyorum doğrusu. Ama, sözü edilen yazıdaki sosyalizm düşmanlığı sınır tanımaz boyutlarda. Zaten yazarın kendisi de N. Ferguson adındaki gerici yazarla aynı noktaya geldiğini biraz da şaşırarak fark ettiğinden söz etmemiş mi?

Kesin bir sonuca ulaşmak bakımından güç bir durum. Ölçütün geçerliliğinden hiç kuşkum yok. Kurulabilmiş sosyalizme karşı sınır tanımaz bir düşmanlık ve bunun açık bir sövgüye dönüştürülmesi, solcu sayılmamak için yeterince ciddi bir göstergedir. Ama, solcu ve nitelikli yazılarını okumakta olduğumuz bir yazar için biraz daha hoşgörülü olunabilir. Öyle bir insanı solculuğun dışında olduklarını çoktan kesinleştirmiş isimlerle bir araya koymak, olmaz hem haksızlıktır hem de kaynak savurganlığı anlamına gelir. Üstelik, bir tür kan davası halinde sürüp giden bir siyasal tutumun içinde bulunduğuna ilişkin bilgimiz, hoşgörmemizi kolaylaştırabilir. Çok ileri bir gelişkinlik düzeyine ulaşmış insanların da gelişmemiş, hatta düpedüz ilkel yanları yok mu? Önemli olan, bu ilkelliklerin eyleme dönüşüp dönüşmediği ya da nasıl dönüştüğü, diyemez miyiz?

* * *

Bir baskı rejiminde yaşıyoruz. Baskının yaygınlığı ve şiddeti artıyor. Demokrasinin ya da burjuva demokrasisinin uyguladığı şiddetin dalgalanmalar gösterdiğini bilenler için olağandışı bir durum değil. Ancak, yönelişleri, olası uzantıları kestirebilmek ve mücadeleye dönük birtakım sonuçlara ulaşabilmek bakımından, çözümlemelere, dolayısıyla adlandırmalara, tanımlara, kavramlaştırmalara ihtiyaç duyuluyor.

Çocukluğumuzda belleyip defalarca kullandığımız faşizm kavramı, onun Üçüncü Enternasyonal damgasını taşıyan ve faşizmi tekelci sermaye ile ve onun da en gerici, en şoven kesimleri ile ilişkilendirerek işin kan ve şiddet boyutuna özel vurguda bulunan tanımlanışıyla, daha yıllar önce, bize yetersiz görünmeye başlamıştı. O arada, “Faşizm, devrimini yapamamış işçi sınıfına kesilmiş bir cezadır ya da en ağır cezadır.” gibi bir kavrayış bize daha önemli bir noktaya vurgu yapar göründü. Ama orada da tanımdan çok, betimleme özelliği vardı. Sonuç olarak, faşizm kavramının, bilinen en yaygın tanımlanışıyla, açıklayıcılığı ve gerçekliğe uygunluğu eksik göründü hep. Dolayısıyla, ülkemizin bugünkü durumunu “faşizme gidiş” diye nitelemek, işin vahametini anlatmak ve iktidardakilerin yapmakta olduklarının kötülüğünü göstermek bakımından azçok anlamlı olsa da, açıklayıcılığı çok eksik görünüyor.

Merdan Yanardağ’ın son yazısında bu tür kaygılarla kullandığını sandığım “islamofaşizm” deyişinin de bu eksikliği giderdiğini söyleyemeyiz. Zaten o da başlıbaşına böyle bir kavramdan söz etmiyor, İslamcı bir partinin faşist yöntemleri uygulamaya yönelen bir iktidarına doğru gidişe dikkati çekiyor.

Metin Çulhaoğlu ise birkaç hafta önceki bir yazısında, E.H. Carr’a göndermede bulunarak “totaliter demokrasi” kavramını gündeme getirmişti. Tayyip Erdoğan’ın partisinin kongresinde yaptığı ve “Bu coğrafyanın tarihinde ve yakın geçmişinde siyasal, felsefi, kültürel ve sanatsal ne varsa ben bunların hepsini sahiplenirim, hepsine kendi zeminimde bir düğüm atıp orada tutarım.” demeye getiren konuşmasından hareketle bu kavramı hatırlatıyordu.

Bunun açıklayıcılığı daha yüksek bir kavram olarak göründüğünü belirterek bir başka kavramın gündeme getirilişine de değinmekte yarar var.

Orgeneral Başbuğ’un Haziran ayındaki basın toplantısında yaptığı uzun ve pek akademik havalı konuşmasında kullandığı kaynakları inceleyen bir yazısında Yalçın Küçük, özellikle Montesquieu’ye başvurarak aktardığı despotizm ve oryantal despotizm kavramları üzerinde durmuştu. Despotizmin koşulları ya da göstergeleri arasında mutlak itaat ile bunun altındaki korku ve cehalet, sonuncularla bağlantılı olarak da din söz konusu ediliyordu.

Sözü daha fazla uzatmadan, faşizm ve faşizmli tamlamalar yerine, şu yukarıdakilerin daha yarayışlı kavramlar olduğu eklenmelidir. Hem açıklayıcılık, dolayısıyla, hem de olabilecekleri ve yapılabilecekleri görme açısından.

* * *

Son bir değinme daha.

Yine birkaç gün önce, Kemal Okuyan, Mustafa Kemal Paşa’nın ölüm yıldönümü dolayısıyla söyledikleri yüzünden epeyce iletiler aldığını, haklı bir yakınma ile dile getiriyordu. Üçbeş satır da biz yazalım ki, ona yönelenlerin bir bölümünü olsun paylaşarak yükünü hafifletelim.

Eğer cumhuriyet ya da 1923 devrimi diye adlandırılabilecek tarihsel olay bir burjuva demokratik devrimi ise onun önderi olan Kemal Paşa’ya da “burjuva devrimcisi” demekte herhangi bir yanlışlık yoktur. Hele küçümseme hiç yoktur. O devrim, esas olarak, tarihte burjuva devrimlerinin gerçekleştirdiklerine benzer işleri yerine getirmek üzere ve şu ya da bu gelişkinlikte bir burjuva sınıfını şöyle ya da böyle ittifaklarla iktidara getirmişse, adı budur. Burjuva devrimlerinin önderliğini yapanların da sermaye sahibi kimseler olmaları gerekmez hatta, o önderler arasında öyle olmayanlara daha çok rastlanmıştır.

1923 devriminin bizim ülkemiz ya da coğrafyamız açısından çok önemli ve ilerletici sonuçlara yol açtığı da artık tartışmaya gerek olmayacak kadar ortadadır. O halde, Mustafa Kemal Paşa ülkemizdeki son devrimin önderi olarak bu topraklarda yetişmiş en önemli siyaset insanlarından biridir ille de sıralama yapılacaksa, birincisidir. Başka hiçbir şey için olmasa bile, bundan sonra gelecek sosyalist devrimi önceleyen, onun nesnel anlamda yolunu açan devrimin önderi olduğu için, saygıyı ve sevgiyi hak etmektedir.

Siyaset, mücadele, devrim şu bu diyenlerin işin abc’sini dönüp dönüp bir daha konuşmak zorunda kalmaları, birçok başka sorunumuzun ve geriliğimizin kaynakları arasında sayılamaz mı acaba?

* * *

Böyle bir yazının sonunda, eski tiyatrocularımızın veda repliğini tekrarlamadan olmayacak:

Her ne kadar sürç-i lisan ettiysek, affola!