Dağınık notlar

Okurlardan bir süre için izin isteyip yazılara ara vermek daha mı iyi olur acaba? Kestiremiyorum.

Bu soruyu sordurtan bir durumla karşı karşıyayım. Her gün, önceden planlanmış bir süre boyunca, radyasyona maruz kalmak, belli bir konuya odaklanmamı güçleştiriyor, günlük dildeki kullanımıyla “konsantrasyon”u engelliyor mu yoksa? Bunu hekimlerime sorduğumda aldığım yanıt, hayır oluyor. Olmaz, diyorlar. Bense, olmaması gerekir, ona ilişkin bir bilgimiz yok, biçiminde anlıyorum söylenenleri. Onlara güvensizlik mi? Sanmam. Ama, “ilm-i tababet”e karşı belirli bir güvensizlik olduğunu da saklayamam.

Neden?

İşte bu soruyla dağınıklık başlıyor, hem de daha söze girerken. Şöyle:

Bizim 1976 ile 1978 yılları arasında yaptığımız ve daha sonra bir bölümü başka bir adla yayımlanmış olsa da “karşı plan” demeyi tercih ettiğimiz bir beş yıllık plan çalışması deneyimi vardır. İkinci TİP dönemine rastlar ve bugün, aradan 40 yıla yakın bir süre geçtikten sonra, hiçbir aşırılık taşımadığından emin olduğum bir anlatımla, “eşsiz” sözcüğünün uygun düştüğü bir çalışmadır. Hayır, kusursuz, eksiksiz, mükemmel anlamlarında değil; örgütlenip gerçekleştirilişinden sonuçlanışına kadar bir benzerinin olmayışı anlamında… Sol Meclis’in yayınlarından Eleştirel Sağlık Sosyolojisi Sözlüğü’nün editörlerinden bizim Erhan’ın, profesör Nalçacı’nın, isteği üzerine o çalışmanın sağlıkla ilgili bölümü konusunda bir madde yazmıştım. Şimdi baktım, orada açıklıkla dile getirmemişim. O sıralarda sağlık alanının uzmanlarıyla tartışırken şöyle bir sonuca ulaşmıştık: Tıptaki uzmanlaşma o kadar çığırından çıkmış görünüyor ki, artık bu alanda yetişip uzmanlaşmış kimseler bir bütün olarak insan bedeni, ve herhalde ruhu diye de eklemişizdir, üzerinde doyurucu söz söyleyemez, değerlendirme yapamaz durumdalar. Bu saptama o gün bu gündür belleğimde yer etmiştir. Bu gözle bakınca, uzman tabiplerin söylediklerine hep belli bir kuşkuyla yaklaşma eğilimindeyim.

Her neyse, daha fazla dağıtmayalım.Zaten başta söylemiştik bir odaklanma sorunu olduğunu.

*     *     *

Diyarbakır, Suruç, Ankara, Rus uçağı… Böyle sayılıp dururken sıra Paris’e geldi. Üç beş “baldırı çıplak”, böyle diyen olmadıysa da aklından geçiren olmuştur ve çok da yersiz sayılmaz, hele “ve beyni de çıplak” benzeri bir eklentiyle birlikte söylenirse. İşte bu nitelikte küçük bir grup, güzeller güzeli, koskoca Paris’i darmadağın etti ve Ankara’dakini aşan sayıda, ama onlar gibi eyleme katılmak üzere olmayıp işinde gücünde, eğlencesinde olan insanları vahşice katletti. Böylece, olayı lanetlerken oraları pek iyi bilip de anlatanlardan Paris’in kafelerin, barların, müzik ve tiyatro salonları ile eğlence yerlerinin kenti olduğunu bir kez daha okuyarak, dinleyerek öğrenmiş olduk. Zaten az önceki “güzeller güzeli” deyimi de bana ait değil; o söylemlerin sahiplerinin muhtemelen tekrar edecekleri bir deyim olarak yazdım. Ne zaman bu tür narinlikler, incelikler, şunlar bunlarla anılsa bu kentin adı, 1848’in Paris’i gelir aklıma, Komün günlerinin Paris’i gelir, rezistansçıların Paris’i, 1968’in Paris’i falan gelir. Bu kez de onlar geldi ve o Paris olmasa bu laylaylom Paris’inin nasıl olacağını, daha doğrusu, olup olamayacağını düşündüm. Ardından, o incelikler, o keyifler, o sanat sepet işleri için böyle uygunsuz bir yakıştırmada bulunduğum için kim bilir ne kadar ayıplanıp küçümseneceğim aklıma düştü; sözü burada bırakmaya karar verdim.

Bıraktım bırakmasına da bizim Osman Çutsay’ın son bir iki aydır hatırlattığı “kavimler göçü”ne hiç değinmeden bırakmak da olmazdı. Şu satırlar vardı Eylül başlarındaki bir yazısında:

“İşte son gelişmeler, Avrupa’da top gibi oynanan yüz binlerce mültecinin yaşadığı sefalet, demokrasiyle ilgili tüm hayalleri suya düşürmüştür. Ülkeleri ortadan kalkan, kaçtıkları yerlerde de hayvan muamelesi gören, gelecekleri belirsiz, kısmen eğitimli ve genelde genç milyonlar (“yeni kavimler göçü”), dünyaya başka mesajlar veriyor. Bunlar, AB’de olanlar.”

“Kavimler göçü” olarak anılan büyük nüfus hareketleri, çok eskilerden beri, kıtaların, ülkelerin ve toplumların  tarihinde büyük değişimlere yol açmış, onların tetikçisi olmuştur. Bunu biliyoruz. O hareketlerin doğal ya da öyle sanılsa da pek o kadar doğal olmayan afetler sonunda ortaya çıktıklarını da biliyoruz. Bunları akla getiren yeni ya da çağdaş bir “kavimler göçü” ile karşı karşıya olduğumuzu, belli bir ihtiyat payı ile, söyleyebiliriz belki. Gidişin o tür bir büyük olaya doğru yönelebileceğini ise ihtiyat payını kaldırarak söylemek mümkündür.  

Nitekim, emperyalist ülkelerde şafak atmış görünüyor; tam o noktada değillerse de çok uzağında sayılmazlar. Geçen gün, onların en başındaki Amerika’nın yeni başkan adaylarından, milyarder Trump’ın bir konuşmasına tanık oldum. Bu yoksulların zenginlerin üzerine saldırdığından, onların önlenmesi gerektiğinden söz ediyor ve kanıt olarak kitleler halinde gelen göçmenlerin bileşimine bakın, çocuk var mı, kadın var mı, hepsi de genç erkekler, türü sözlerle bunun sinsi bir planın parçası olduğunu, gelenlerin zengin ülkeleri ve bu arada onların kadınlarını ele geçireceklerini ima ediyordu. Kanıt olarak ileri sürdüklerinin gerçeklere aykırılığına mı takılırsın, çıkardığı sonucun abukluğuna mı, artık herkesin o anki keyfine, sinir katsayısının düzeyine kalmış! Söylenenlere bakılırsa, bu çatlak milyarderin aday seçimi öncesindeki toplantıları büyük ilgi görüyormuş. İlgi gösterenlerin küçük bir bölümünün kafa bulmak için izlediklerini varsayabiliriz; ama büyük bölümü, destek olmayı, belki de oy vermeyi düşünüyorlardır. Hatta, başkan Trump! Olur mu olur; ayrıca, yakışır da!

Bize güneyimizden akın akın gelen göçmenler ne olacak peki? Sayılarının 2-2.5 milyonu bulduğu söyleniyor. Değişik yaşlarda yüz binlerce çocuk var örneğin, burada doğanlar var, milyonu geçmeleri yakındır. Onlar beş altı yıl, sekiz on yıl sonra ne olacaklar? Tamam, ana babalarıyla yakınlarıyla birlikte, ucuzun da ucuzu işgücü olacaklar, şimdiden olmaya başladılar, orasını biliyoruz da, siyasal olarak nasıl kullanılacak bu göçmenler? Sözgelimi, zaten tuhaf artışlar gösteren seçmen kitlemize, onların içindeki “yüzmeyen ama gezen”, sandık sandık dolaşıp kutsal vatandaşlık görevini misliyle yerine getirenlere ek unsurlar olarak mı katılacaklar? Siyasal saldırılarda, cinayetlerde tetikçi olarak mı istihdam edilecekler?

*     *     *

Tam Paris katliamıydı, onun yeniden akıllara getirdiği bu tür sorulardı derken, bir de “komşu” ile milli maç olmasın mı? Hem de bizim paha biçilmez “futbol direktörümüzün” adının verildiği kentin en yeni stadında, hem de komşunun dünyanın bilcümle solcusuna örnek gösterilen yakışıklı başbakanı bizim o kadar yakışıklı sayılmasa da sadece solculara değil herkese parmakla gösterilecek örnek olan başbakanımızla yan yana, kardeş kardeş maç seyredecekken, Türk milletini ve sporseverini temsil edemeyeceği besbelli bir avuç kendini bilmez rakibin milli marşını ve “bütün insanlığa yöneldiğini” bizim de en başından, hatta herkesten önce kabul ve ilan ettiğimiz Paris katliamı için yapılan saygı duruşunu ıslıklar ve “Allahüekber” nidalarıyla protesto etmesinler mi? Haydi protesto ettiniz, demokratik hakkınızdır, yüce Allah’ın adını ne karıştırırsınız bre gafiller!

Şu son satırın peşini bırakmayıp oradaki “ya Allah Bismillah Allahüekber” sloganının siyasal gösterilerde, sokaklarda, meydanlarda ortaya çıktığını hatırlamak gerekir. Bir de ulusal liglerdeki her futbol maçından önce “İstiklal Marşı” okunması zorunluluğunun bir 12 Eylül kuralı olarak ortaya çıkıp hâlâ sürdürüldüğünü, o törenlerde yan yana sıralanmış 22 futbolcunun yarısını ya da daha çoğunu oluşturan yabancı oyuncuların yakın çekim görüntülerdeki sıkıntıyla, bön bön bakışlarını, kimileyin yalakalığı marşı söylüyormuş gibi yaparak dudaklarını oynatmaya kadar ulaştırmalarını…

Çok uzattık ve bu kez de bizim Sinan’dan rol çalmaya başladık. Tadında bırakalım.

*     *     *

Epeydir, “bizim” deyip duruyorum birtakım insanlardan söz ederken. Bu yazıda da yaptım. Bunların içinde yakın dostlarım, öyle olmasalar bile az çok tanıdığım ve yakınlık duyduklarım ve herhangi bir kişisel tanışıklığım olmayanlar bulunuyor. Öyleyse, neden bütün bu insanlar “bizim” oluyorlar? Bir kez, hepsi “solcu”. Ama bu sözcük yeterince açıklık sağlamıyor. Nasıl açıklık getirilebilir? Öneriyorum: Bir emekçi iktidarından ve onun kuracağı düzenden yana olan insanlar, denebilir. Peki, neden işçi değil de emekçi? Bunu da tartışmalıyız. Ama şimdi değil.

Bir açıklık daha gerekir: Devrimci solcu. Ne anlamda? O taraftar oldukları emekçi iktidarının kuruluşunda amaç-araç diyalektiğini kavrama çabasını gözetmek anlamında. Biraz daha açık yazılamaz mı? Yazılabilir elbet. Kısa olsun: Emekçi iktidarının ortaya çıkışını sağlayabilecek hiçbir yolun dışarıda bırakılamayacağı, o iktidara yönelik mücadele tarihinin öğrettikleri arasındadır. Öğrettikleri, öğretmiş olması gerekenler, diyorum; öğrenemeyenler, hele hele öğrenmemekte direnenler için elden ne gelir!

Hiç tanışıklığım olmayan insanlara bile “bizim” deyişimin nedeni ortaya çıkmış olmalı: Kendilerinin seçim meçim dedikleri sahtekârlıkların ufak tefek sonuçlarına bakıp da bizi “Karamürsel sepeti” sanmasınlar; bu bir.

İkincisiyse nitelikle ilgili:“Bizim” olanları, onların yapıp ettiklerini çekip alın bu ülkeden, bu toplumdan, geriye ne kalır: Bir yığın kısırlık, ondan daha çok hödüklük, daha da çok hırs ve açgözlülük, en çok da kin ve vahşet.

Bu ülke ve bu toplum dedim demesine de, bu kadarından emin olduğum için; yoksa, başka ülkeler ve toplumlar için geçersiz olduğundan değil, oralara ilişkin aynı kesinlikte konuşmamı kolaylaştıracak yaşantılarım olmadığından.