Çürüyen Çürür...

Toplumsal çürüme konusundaki çözümlemelerimizi çok kısaca hatırlatmaya çalışarak başlayalım.

Bir kez, çürümenin emperyalizm çağı ile birlikte belirginleşmeye, olağandışı bir yaygınlık ve açıklık kazanmaya başlamış bir olgu olduğunu söylüyorduk. Öte yandan, bu olgunun yalnız toplumun egemenlerini ya da çıkarları kurulu toplumsal düzenden yana olmayı gerektirenleri değil, düzen karşıtlarını, hem nesnel durumları ve tarihsel misyonları hem de öznel konumlanışları açısından düzen karşıtı olanları da etkisi altına aldığı saptamasını yapıyorduk. O arada, Marx ile Engels'in devrimin gerekliliğinin önemli bir kanıtı olarak, emekçilerin yüzyıllardır birikmiş ve kapitalizmin iyice artırdığı fışkıdan başka türlü kurtulamayacak olmalarını ileri sürdüklerini vurguluyorduk. Bununla birlikte, ya da buna karşılık, Lenin'in onlardan 65 yıl kadar sonra, sosyalizmin kuruluşunun sorunları ile boğuşurken, "Seralarda uygun insan mı yetiştireceğiz? Sosyalizmi bu insanlarla kurmaktan başka çaremiz yok!" diye yazdığını da ekliyorduk.

Birkaç hafta önce burada yazdığımız bir yazıda ise çürümenin ülkemizdeki bazı güncel ve somut görünümlerine ilişkin birtakım gözlemleri aktarmaya çalışmıştık. O gözlemler, bugün ülkemizde hiçbir ahlaka sığmayan bir gözü dönmüşlüğün, bununla yan yana ortaya çıkan bir saldırganlığın, bunlarla çelişir görünmekle birlikte eşanlı olarak gözlenebilen korkaklığın, çok küçük günlük kişisel çıkarlar ardında koşmanın ve nihayet bir tür erdem düzeyine yükseltilmiş cehaletin, açıkça saptanabilen ve ürkütücü bir hızla yaygınlık kazanan özellikler durumuna geldiğini gösteriyordu.

Peki, bunları söylemekle, söylemekle de kalmayıp sık sık yinelemekle bindiğimiz dalı kesmiş mi oluyoruz? Şöyle de sorulabilir: Akıntıya karşı umutsuzca kürek çektiğimizi itiraf etmiş olmuyor muyuz ikide bir bunlardan söz etmekle? Öyle ya, çürüme bizim saflarımızdakiler ya da orada olması gerekenler, orada olmaları için çaba gösterdiklerimiz için de böylesine açık ve yaygın bir olgu durumundaysa eğer, bu sorular kendiliğinden ortaya çıkmaz mı?

Çıkar çıkmasına da, yanıtlarının "hayır" olması gerekir.

Nedeni ise, önce, şurada aranmalıdır: Bunlar içinde devindiğimiz nesnel gerçekliğin bizi en çok ilgilendiren bölümünün, devrime öncülük etme misyonunu yüklediğimiz ve belli bir kitlesellikle katılacağını öngördüğümüz, aksi takdirde devrimin yapılamayacağı kabulünü en başta bir yere yazdığımız işçi sınıfının içindeki insanlarda saptanabilen güncel, ama devrim kapıya dayandığında da güncelliğini koruyacağı besbelli özelliklerdir. Ancak, bunları bilmeden kimlerle, ne yapmaya kalkıyoruz? Yukarıdaki sorulardan hemen sonra, hatta onlarla yan yana sormamız gereken soru budur.

O zaman, deminki "akıntıya karşı kürek çekme" konusu yeniden ve daha güçlü olarak gündemin baş köşesine oturmuyor mu?

Otursa da fark etmez çünkü, Lenin'in sosyalizmi inşa etme işine girişirken söylediği burada da geçerlidir. Serada mı yetiştireceğiz kurucu insanları, diye kızgınlıkla sormuş ya, biz de serada mı yetiştirilecek devrimciler, devrimi gerçekleştirecek işçiler, emekçiler, aydınlar diye sorabiliriz. Biraz daha güncel olmasını istersek, uzaydan mı getireceğiz de diyebiliriz. İster seradan ister uzaydan böyle bir "transfer" mümkün olmadığına göre, devrimden vaz mı geçeceğiz?

İki soruya da hayır demekten başka bir yol görünmüyor. Ortaya çıkışını ne kadar doğal da karşılasak can sıkıcı olduğunu kabul etmemiz gereken sorulara inandırıcı ve ilerletici yanıtlar bulmak bakımındansa, hiç değilse şimdilik, şundan daha güvenilir bir yolun da görünmediğini eklemek gerek: O "serada yetiştirecek halimiz yok ya" diyen adama yeniden bakmak zorundayız. Daha önce göremediklerimizi, kimsenin göremediğini görmek için... Şimdiye kadar "aklını devrimle bozma" yetisi böylesine gelişmiş bir ikinci insan çıkmadığı için...

Bu arada, aşağı yukarı yirmi yıl önce, çok ağır eleştirilerde işe yarar diye uydurup kullandığım "aklını demokrasi ile bozma" deyişinden esinlenerek yukarıda yazdığım bu deyişin yerine "aklını devrimle keskinleştirme" demek daha yerinde olacak galiba. Kendisine yeniden ve yeni bir gözle bakmaktan söz ettiğimiz, aklını devrimle, devrim yapma düşüncesiyle keskinleştirmiş biridir. Geçenlerde kaybettiğimiz şair İlhan Berk için bir başka has şair Turgut Uyar'ın yıllar önce "Şiir olmasaydı, icat ederdi" deyişinden esinlenerek, "Devrimi görmüş işitmiş hiç kimse olmasaydı, icat eder herkese öğretirdi" de diyebiliriz hatta.

Her neyse, "Öylesi bundan sonra çıkmaz!" demek, pek çabuk çökmüş tarihin sonu safsatalarının yaratıcılarına yakışır. Çıkacaktır. Olasıdır ki, bu topraklardan ve bizim aramızdan... Belki de tek bir kişi değil, kolektif bir kişilik olarak...

Ortaya attığım bir yığın soruya kestirme ve kolaycı bir yanıt sayılmasın da, olsa olsa ciddi yanıt bulma çabaları için bir ipucu olabilir, yazının başlığı bu toprakların isyancılarında yer etmiş "Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir." inancını, umudunu, gerçeğini çağrıştırmıyor mu zaten?

Böyle bir ipucundan söz etmek, kuşkusuz, çürüyenlere ilişkin olarak yapılabileceklere boşvermek anlamına gelmiyor. Örnek olsun, çürümenin iflah etmez aşamalarına ulaşmış olanları ayıklamaya ya da devrim saflarının dışında tutmaya, henüz "ümitsiz vak'a" durumuna gelmemiş olanları sağaltmaya, olgunun kendisini ve ölümcül etkilerini bıkıp usanmadan sergilemeye...

Bütün bunlara boşvermek ne mümkün!