Çürüdükçe

İki yıl kadar önce, Gelenek dergisinde, çürümeyi ve bu olgunun toplumsal/ekonomik temelleriyle uzantılarını ele alan iki yazı yazmış ve onlardan ikincisinin sonunda "çürümenin boyutlarına, biçimlerine, görünümlerine ilişkin her türlü nitelikli çalışmanın" son derece büyük bir önem taşıdığını belirtmiştim. Aslında, bu konu benim çok eskiden beri üzerinde kafa yorduğum, yazmaya çalıştığım, hiçbir zaman da yazdıklarımdan nitelik ve nicelik olarak hoşnutluk duymadığım bir konudur.

Böyle bir hoşnutsuzluktan kaynaklanıyor olmalı, bu duyguyu biraz olsun bastırmak kaygısıyla demek istiyorum, epeydir şöyle bir alışkanlık edindim: Halk arasındaki, toplum içindeki gündelik koşuşturma ve hayhuy sırasında karşılaştığım, "el insaf, bu kadar da olmaz" türünden şaşkınlıklara yol açan durumları not ediyorum ve, bir süre sonra, bu somut durumlar yeterince biriktiğinde onları birtakım genel başlıklar altında topluyorum. Bunları "çürümenin binbir çeşiti" ya da "çürümüşlük halleri" diye adlandırdığım bir ana başlığın altına yazıyorum.

Şimdilerde o alt başlıklar bir yazı oluşturabilecek kadar çoğaldı.

Her günkü hayatımızda, içinde yaşadığımız toplumun sıradan insanlarında kolayca ayırt edebildiğimiz birtakım özellikler bunlar. Toplumun dokularına yayılan ve onun egemen kesimlerini daha çok olmakla birlikte, yalnız onları değil bütününü etkileyen, bütün kesimlerindeki bireylerinde gözlemlenebilen özellikler... Eskiden daha az belirgin ve yaygın olarak, dolayısıyla, daha az rahatsızlık duyarak gözleyebildiğimiz, bu nedenle, çoğu kez de fark etmeden geçip gittiğimiz, belki bazıları da yeni yeni ortaya çıkmakta olan özellikler...

Önem sırasına koymadan, rasgele yazarsam, bunlardan birini, "acımasızlık ya da gözü dönmüşlük" sözleriyle anlatabilirim. Sadece şu ya da bu biçimde önceden belirlenmiş hedefler için değil, hayatın karmakarışık, kestirilmesi imkânsız, ezip geçici akışı içinde tümüyle rastlantısal olarak ortaya çıkmış fırsatlardan yararlanma gerekçesine de bağlanabilen, kökeni ne olursa olsun hiçbir ahlak öğretisinin olumlayamayacağı bir gözü dönmüşlük.

Bir başkası, çoğu kez bununla eşzamanlı olarak ortaya çıkan "saldırganlık". Çocuklar arasında bile birkaç karış daha fazla büyümüş olanın ötekilere tahakküm etme eğilimi, "senin elin armut mu topluyor, niye patlatmadın bi tane, ulan" diye ahlak dersi veren babaların yetiştirmesi olarak, çıplak eliyle değil, araç gereçle patlatan çocuklar... Her durumda sopaya, bıçağa, tabancaya sarılan erişkinleri hiç saymıyorum çocuklara bakmak yeterli ve yeterince acı veriyor.

Bir başkası, ilk ikisiyle birlikte ortaya konan ve ilk bakışta sanıldığının tersine onlarla tam bir uyumluluk gösteren olağanüstü bir "korkaklık". Hiçbir haklı davanın, dava türünden büyük lafları bir yana bırakalım, hiçbir hakkın peşine düşmeyen, ne kadar uğraşsam o terbiye dışı argoyu sansürlü de olsa kullanmadan edemiyorum, "höt diyene ... diyen" bir ödleklik.

Bir başkası, bütün bunlara eşlik eden bir "üç kuruşluk çıkarının derdinde olma" durumu. Sadece onurlu, ahlaklı bakış açılarından değersiz olmakla kalmayan, düpedüz hesap kitap sonunda da hiçbir değer taşımadığının anlaşılması pek kolay çıkarlar uğruna hem gerçek kalıcı çıkarlardan vazgeçilmesi hem de insan olmanın herhangi bir onurunun bulunmadığının açıkça sergilenmesi.

Bir de, "cehalet". Cahillerin değil, zır cahillerin her yerde, her konumda, olabilecek en büyük çokluk ve yaygınlıkta boy göstermeleri. Üstelik, cehaletin bir erdem durumuna yükseltilmesi... Böyle deyince, uzun sürmüş emekçi hayatımda karşılaştığım tipler içinde pek tuhaf, pek ayrıksı birine değinmeden geçmem mümkün görünmüyor. Bugünün çürümüş zır cahillerinin nesli değil kişisel ömrü tükenmiş prototipi sayılabilir. Orta Anadolu kökenli bir mütegallibe çocuğuydu. İstanbul'da "okutulmuş" ve oradaki İktisat Fakültesi'nden mezun olmuştu. 27 Mayıs'tan hemen sonraki günlerde üniversite kantinindeki bir olaydan dolayı Metin Toker'in Akis dergisine "Üniversitedeki Hortlak" yakıştırmasıyla kapak olmakla tanınır ve bununla övünürdü. Çalıştığımız kurumda, yararlı yararsız, ne zaman bir "hizmet içi eğitim" söz konusu olsa şu veciz karşı çıkışı dile getirirdi: "Çeşmelerden gürül gürül ilim irfan aksa, bir tas doldurup içmem." Bugünkü durumdan önemli bir fark şuradaydı yalnız, onu belirtmemek olmaz: Örnek verdiğim bu tip ilginçliğiyle kalmış ve kendi adamlarınınki dahil hiçbir dönemde önemli bir konuma getirilmemiştir.

Şu geliyor aklıma: Çökmekte ya da çözülmekte olduğunu söylediğimiz düzenin ve devletin bu sözcüklerle anlatmaya çalıştığımız gidişi, çürüyerek olmakta, daha doğrusu, çürümekte olan çözülüp çökmektedir. Öyleyse, çöküşün gümbürtülü patlamalarla olmaması, tersine, dışarıdan görünüşü itibariyle pek de fazla patırtı gürültü yaratmayan, ama içten içe çürümenin bütün dokulara yayılması sonunda tek bir dokunuşla ve kof bir patlama sesiyle gerçekleşecek bir çöküş, küçük bir olasılık sayılmamalıdır.