Çehov’un yarattığı çağrışımlar

“Yeni yıl” bir yığın ritüelin, sonunda hepsi tüketimle noktalanan alışkanlığın yanı sıra birtakım hurafelere de yol açıyor galiba. Onlardan bana zararsız görünen birinin şu çocuksu inanış olduğu söylenebilir: Yeni yılda ilk ne yaparsan, yıl boyunca öyle gider; yılın geri kalan günlerinde de en çok onu ya da ona benzer şeyleri yaparsın. Bunu biraz düzeltelim ve 1 Ocak gününü hesaba katmayalım; çünkü o gün yapılanlar, genellikle, değişmez: uyumak, uyuklamak, avara kasanak dolaşmak, vb… Öyleyse, 2 Ocak gününü esas alır ve bu hurafeye inanırsak, benim için şu yeni başlamış 2016 iyi bir yıl olacak demektir; çünkü, ilk yaptığım iş Çehov seyretmek oldu.  Üstelik, oyunda rolü olan çok eski bir arkadaşımın konuğu olarak, herhalde biraz da rastlantının katkısıyla, en iyi denebilecek bir yerden, Vanya Dayı’yı izledim.

“En tehlikeli insan, az anlayan, ama çok inanandır.” diyen, bütün yapıp ettiklerini sadece 44 yıl sürmüş ömrüne sığdırabilen, tıp doktorluğunun yanı sıra büyük bir öykücü ve oyun yazarı olan Çehov’un, Çar’ın Gorki’nin Rus Bilimler Akademisi üyeliğini onaylamaması üzerine onursal üyesi olduğu bu kurumdan ayrıldığı biliniyor.

Onun en iyi oyunlarından biri olan Vanya Dayı’yı seyrederken, daha sonra seyrettiklerimi kafamda dolaştırırken art arda gelen çağrışımlardan yola çıkarak birkaç değinmeye yer vereceğim.

İlki, şu yazmaya başladığımın bir tiyatro ya da oyun eleştirisi olmadığı. Oysa, olabilirdi. Yazarlık mesleğine sinema ve tiyatro eleştirileri yazma göreviyle başlamış biri için şaşırtıcı olmazdı, demek istiyorum. Hangi yıldı, 1969 mu 70 mi, tam olarak hatırlamam mümkün değil; ama şunları kesinlikle hatırlıyorum: Görevlendirme partiden geliyordu ve amaç da Ankara’da yayımlanan “Yenigün” gazetesini satın almış, parti dostu Kemal Bayram ağabeyimize destek olmaktı. Haftada bir Devlet Tiyatrosunda oyun seyretmek, buna bir de film eklemek, pek sınırlı öğrenci harçlığımızı sarsmazdı. Seyrettiğim oyunlar ya da filmlerle ilgili yazılarımı, aşağı ya da yukarı doğru yamulan satırların ortaya çıkmaması için, çizgili dosya kâğıdına, koyu kurşun kalemle yazar; ünlü Rüzgârlı Sokak’taki gazeteye kendi elimle teslim ederdim. Bir yıl kadar sürmüş olabilir; daha uzun değil.

Bir oyunu seyretmeden önce texti okuma alışkanlığını ne zaman edindiğimi hatırlamıyorum; ama o sıralar olmadığı kesindir, çünkü o sıralar Türkçe oyun metinlerini bulabilmek imkânsızlık ölçüsünde güçtü. Vanya Dayı’yı son kez seyretmeden önce kitaplığımdaki Çehov’un bütün eserleri içinde oyun metnini bulup okumuştum. Ama, oyunu seyretmeye gittiğimde, sahnelenen metnin o değil Ataol Behramoğlu’nun yaptığı çeviri olduğunu gördüm. Dolayısıyla, oyunu seyrederken, Behramoğlu’nun çevirisi ile bir iki gün önce okuduğum çeviriyi karşılaştırır buldum kendimi ve, birden mi demeli, oyuncuların repliklerini söylerken açıkça anlaşılabilen bir rahatlık içinde olduklarını fark ettim. Çeviriyi beğendiğim için uyduruyor ya da abartıyor muyum, yoksa gerçekten böyle bir rahatlık sağlıyor muydu, oyunculara sormak isterdim; kendi arkadaşıma sorabilirdim en azından, bugüne kadar fırsat bulamadım.

Bir de şu takıldı aklıma: Oyun, Devlet Tiyatrosu Akün Sahnesi’ndeydi; hani şu birkaç yıl önce, kapısına kilit vurulması, satılıp yıkılması falan gündeme gelen, insanların protesto gösterilerine konu olan mekân. Hatta, o gösterilerden birine kendim de katılmıştım. Şimdi, gel de, “direniş estetiğinde ne kadar yüksek bir verimlilik oranı” diye düşünme. Şu anda uydurarak tırnak içine aldığımı bir tür teknik terim olarak kabul edebilirsiniz: Tek bir gösteriye katılıyorsun ve karşılığında pek çok kez tekrarlanabilecek estetik ürünlerin  yaratılmasına katkıda bulunuyorsun! Toplumsal gösterilerde katılanlar açısından bu kadar yüksek bir verimlilik oranına ulaşılabileceği bilinse, olağanüstü katılım düzeylerine ulaşılırdı herhalde!

Şakayı tadında bırakırsak, Çehov’u seyrederken kafama üşüşen çağrışımların hepsi bu kadar değildi; sonuncusuna geliyorum.

Oyunun prömiyerinin gerçekleştirildiği tarih, 4 Şubat 2014 olarak verilmiş. Demek, iki yıla yakın bir süredir sahnede olan bir oyundan söz ediyoruz. Hazirana kadar devam etmesi gündemde olduğuna göre, ikibuçuk yılı da bulacağı anlaşılıyor. Oldukça uzun bir süre, denebilir. Ama asıl şaşırtıcı olan, bu süre boyunca, “kapalı gişe” oynamaları. Tiyatro jargonunda bu bütün biletlerin satılmış olması anlamına geliyor. Meğer, baştan beri sözünü ettiğim oyuncu arkadaşımın konuğu olma şansını bulamasak, oyunu seyretmemiz mümkün olmayacakmış.

İşte buna inanmakta güçlük çektiğimi itiraf etmeliyim. Kim olsa çekmez mi? Uzun boylu çözümlemelere hiç girmeden, insanın hemen aklına gelenleri sıralamak bile yeter: Bu eğitim düzeni, oradaki müfredat programları, zorunlu dersler, ek kurslar, çoluk çocuğun ve gençlerin üstüne karabasan gibi çökmüş küf kokulu öğütler/zorlamalar/dayatmalar, doğurganlık talimatları, diyanet fetvaları…

Buradan kapalı gişe Vanya Dayı nasıl çıkar?

Bundan 15 yıl kadar önce Nâzım’a vatandaşlık  kampanyası yürütüyor, “Bu memleket bizim, Nâzım bu memleketin” sloganı ile ülkenin pek çok yerine ulaşmaya çalışıyorduk. O sıralarda, soluklanırken, kendi aramızda yaptığımız değerlendirmelerde, konumuzla doğrudan ilgili olmayan bir nokta üzerinde durduğumuzu hatırlıyorum: Bu adamlar her ile bir üniversite saçmalığı ile başlarına iş açabilirler. Ortaya çıkanların “gecekondu” üniversiteler olması ayrı bir sorun; ama, gecekondu da olsa açılan üniversiteye ülkenin her yanından gençler gelecekler ve onların içinden “üniversiteli” olmak için uğraşanlar, bunun anlamı üzerinde kafa yorup o anlamda gençler olmak için çaba gösterenler çıkacaktır, çıkmaz olur mu? Bu, durduk yerde başına dert almak değilse, nedir?  Bizim Nâzım çalışmamıza en büyük ilginin, daha Nâzım’ın adını bile yeni duymuş bu nitelikteki gençlerden geldiği de hatırladıklarım arasındadır.

Pek iyi, pek güzel de, bunun kapalı gişe Çehov ile nasıl bir ilgili olabilir?

Neden olmasın? Örneğin, şöyle bir ilgi kurmak çok mu zorlamadır? Uygun ortamlar, mekânlar olursa, oraları değerlendirebilecek yetişmiş insanlar, sanatçılar varsa, halkımızın içindeki koşa koşa Çehov seyretmeye gelecek kalabalıkların kökü hâlâ kurumamıştır. Ne yapsalar kurutamamışlar.

Bu kadarı gayet olumlu; dolayısıyla, kabul edilmesinin önünde en azından duygusal engeller yok.

Yalnız, eğer bu doğruysa, şunun da kabul edilmesi gerekir: Demek, adamlar, o uygun mekânları/ortamları satıp savıp yok ettikten sonra dükkân yapmakta; ardından, o insanları, sanatçıları yetiştiren kurumları kırıp dökmekte kendi açılarından hiç de haksız değillermiş!