Çatırtılar yükselirken

Geçen hafta referandumun hemen yazılabilecek bazı sonuçları arasında değindiklerimden biri de şuydu: “(…) artçılarının geleceği besbelli bu sarsıntı, düzenin bütün kurumlarında, bu arada siyasal partilerinde etkisini duyuracaktır. Hatta, bu sarsıntının yerin altında değil üstünde olduğu hatırlanırsa, depremlerde olduğunun tersine, artçıların asıl sarsıntıdan daha büyük ve şiddetli olması beklenebilir. Deprem benzetmesi terk edilmeden söylenirse, 16 Nisan’da ortaya çıkanın asıl değil öncü sarsıntı olduğu da ileri sürülebilir.”

Aslında, düzenin kurumlarıyla ilgili olarak basbayağı alt üst edici gelişmeler sağlanmış durumdaydı. Özellikle de, siyasal iktidar açısından somut başarıların elde ediliş sırasıyla yazılacak olursa, sivil bürokraside, orduda ve yargıda hemen hemen iş bitirilmişti; bu deyişi biraz değiştirip renksizleştirerek yazarsak, çok önemli mesafeler alınmasını sağlayıcı yeni düzenlemeler yapılmıştı. Sarsıntılar çoktan başlayıp şiddetlenmiş, hatta bu tür sarsıntıların ardından gelişini doğal karşılamak gereken uzantılar dikkate alınmazsa, artık belli bir durulma bile enikonu fark edilir olmuştu.

***

Bu süreci bellekleri biraz daha harekete geçirerek hatırlamak zor olmadığı gibi gereksiz de sayılmaz:

Sivil bürokrasiyi sıkı denetim altına almak, ülkemizin yakın ve uzak geçmişinden kaynaklanan geleneklerine de uygunluk içinde, çok zor olmamış ve görece kısa sürede tamamlanmıştı. Zaten, sıkı denetimin ötesinde, doğrudan kendi ellerine alma anlamında adamlarıyla doldurmak için de yeterince uzun ve aralıksız bir hükümet etme süresi  kullanılabilmişti. O süre ve kolaylık elbette çok işe yaradı.

Kendisine Ak Parti adını yakıştıran kuruluşun tarikat denilegelmiş oluşumların bir  koalisyonu olarak ortaya çıktığı çok söylenmiştir. Böyle demekle, bu örgütün tümüyle dinsel kökenli ve/veya amaçlı bir parti olduğu yanılsamasını tekrarlamış olmuyoruz. Kapitalist toplumda tarikat adı verilen oluşumlar da, kuşkusuz, tümü bu toplumda var olan, bazıları da egemen durumda bulunan sınıflara dayanan oluşumlardır. Dolayısıyla, tarikat denilen birbirinden az çok farklı örgütlenmelerin bir koalisyonundan ve bunların iktidara gelişinden söz ettiğimizde, toplumsal sınıflardan bağımsız bir hareketlenmeye göndermede bulunmuş olmayız.  

Bu koalisyon kendini güçsüz hissettiği ve gerçekten de öyle olduğu için, başlangıçta, 2002 Kasım seçimlerini ABD’de geçirerek moda deyişle “bir ilke imza atan” zamanın genelkurmay başkanının ağzından  hemen seçimin ertesi günü onayını aldığı AsParti ile bir  tür koalisyon hükümeti kurmuş ve aşağı yukarı beş altı yıllık ilk dönemini böyle geçirmiştir; bir tür “koalisyonlar arası koalisyon” demek mümkün görünüyor. Bu dönemin AkP tarafından düzenin kurumlarının bazıları içindeki örgütlenme ve denetimini hemen hemen tamamlama, bazılarında ise çoktan atılmış ilk adımların üstüne yenilerini ekleyerek kazanımlarını pekiştirme yolunda değerlendirildiği gözlenmiştir.

İktidardaki koalisyonun sivil ortağı, güçlendikçe ve asker ortağı da saçmalayıp ürkek ve mütereddit adımlar attıkça, önce koalisyonu git gide etkisizleştirerek kendisini bir numaralı ortak konumuna getirmiş, sonra iki numarayı dışarı atmış, en sonunda da zaten dağılmış AsP’nin ayrı bir parti olarak varlığını büsbütün yok etmiştir.

Yargı kurumuna gelince…

AkParti AsParti’yi dağıtmakta çok yararlandığı “en ziyade müsaadeye mazhar” tarikatı yargıyı bağlamakta kullanıyordu zaten. Uluslararası hukuk kökenli bu terimden esinlenmeyi haklı çıkaran simgesel ve belki de en güvenilir kanıt, Erdoğan’ın kendi deyişiyle “15 Temmuz ihaneti”nden sonra dile getirdiği “Ne istediniz de vermedik!” sözüdür. Özellikle 12 Eylül 2010 referandumunu izleyen anayasa değişikliklerinin de sağladığı kolaylıklarla, yargının defterinin dürülmesi süreci son aşamasına yaklaştırılmıştı. Ancak, bu son defter dürmede asıl etkili olanın ve yeni defteri kendi namı hesabına açanın o en çok kayırmaya layık görülenler  olduğu yine 15 Temmuz ile birlikte açık seçik ortaya çıkınca, üstelik yeni açılan defterin yargı ile de sınırlı kalmadığı anlaşılınca, bu kez de onunla baş etmek kesin bir zorunluluk oldu. Bu baş etme ya da yeni defter dürme sürecinin ne zaman sonlanacağı ve ne kadar eksiksiz olabileceği ise henüz belirsizliğini koruyor.

Öte yandan, yargıdan söz ederken, devletin bir kurumu olarak onun zor kullanma araçlarının en önemlilerinden biri sayılabilecek polis örgütü ile ilgili gelişmelere hiç değinmemek olmaz. Bu konuda Turgut Özal’ın kendisine çok yakın bir gazeteci ile özel söyleşisinde açıkladığı bir projesi belleklerde yerini korumaktadır. Buna göre, polis örgütü ikinci bir ordu olarak ve gerektiğinde birincisine karşı kullanılmak üzere güçlendirilecekti. O projeyle bağlantılı olup olmadığı bir yana, polis örgütünün sayıca ikinci bir orduya yakın büyüklüğe ulaştırılırken ağır  silahlarla donatılması yönünde birtakım mevzuat değişikliklerinin de yapıldığını biliyoruz. Ancak, 15 Temmuz girişimi, burada da kendilerine her istedikleri verilmiş çetenin belirgin rolünü herkesçe görülebilecek ölçüde açığa çıkarmıştır. Bu açığa çıkışın zorunlu kıldığı ve artık kapsamı yüzlerle değil binlerle anlatılır olmuş temizlik sürecinin ne kadar sürüp hangi sonuçları vereceği ise henüz belirsizliğini koruyor.

Hem düzenin çözülemez sorunları, dolayısıyla hem de onun toplumsal sınıflar ve onların kadrosu konumundaki kişiler/siyasetçiler düzeyindeki temsilcileri açısından, yalnız hükümet edenlerin değil, iktidar her rejimde var, muhalefetse sadece demokrasilerde bulunur denilerek yüceltilmiyor mu, işte o şanlı muhalefet görevi üstlenenlerin de içinde bulunduğu bir toplam olarak siyasal partilerin bütün bu kargaşadan uzakta, huzur ve sükun içinde kalmaları mümkün olabilir mi? Kapitalizmin görece uzun sürmüş tarihinde, sürelerinin kısalığı bir yana,  dinginlik dönemleri her coğrafyada görülmüştür. Ama, genel olarak, kapitalizm nasıl iktisadi bunalımlarla iç içe yaşamaya mahkum ise siyasal açıdan da hiçbir zaman barış ve dinginlik içinde olmamıştır bugüne kadar. Ayrıca, olamayacağını da kanıtlamıştır. Neden ve nasıl soruları üzerinde durarak sözü uzatmayalım. Halkımızın dalgacılığı bağışlayan deyişiyle “bilenler bilmeyenlere anlatsın” demekle birlikte, az çok yaygın olarak bilinenlerin yanı sıra o kadar da genel kabul görmeyen, ama ciddi ve yeni kanıtlamaların da bulunabileceğini ekleyerek…

***

Şuraya gelmek istiyorum: Düzenin bütün partilerinin uzun zamandır yaşadıkları açıkça görülebilen ve bazıları pek de fark edilmeyen sıkıntılarının, darboğazlarının, açmazlarının şu referandum denilen süreçle birlikte ve onun sonunda, her biri için farklı sayılabilecek biçim ve şiddette belirginleştiği bir olgudur.

Zaten başlamış bulunduğumuz için AKP ile devam edebiliriz.

Bütün bu referandum rezaleti, o çerçevede alınan ve bir bölümünün gerçekleştiği görülebilen riskler, zaten elde edilmiş bulunan  ve bürokrasinin, ordunun, yargının denetim altına alınması için miydi? Yoksa, partili cumhurbaşkanlığı sayesinde ciddi çatlama riski ile karşı karşıya bulunan AkP’yi tam kontrol altına almak için mi? Başka bir anlatımla, Erdoğan, partisinin başına geçerek açıkça görülmeye başlanan çatlakların çatırdamaya, git gide parçalanmaya dönüşmesini önlemeyi amaçlıyor olabilir mi?

Buradaki çatırdama, çatlak, parçalanma türü sözcüklerin gerçek durumu yansıtma bakımından çok fazla abartılı olduğu düşünülebilir. Eğer durum bütün bu tür yakıştırmaların çok uzağında ise medyada görevli tetikçiler arasında başlayan ve henüz oraya kadar varmamışsa bile çığırından çıkmak üzere olan dalaşmaya, tetikçi düzeyinin epey üzerindeki parti kadroları arasında günler ve aylar değil yıllardır ağza alınmaz suçlamalarla süren kapışmaya, halkoylaması öncesinde reis diyar diyar dolaşıp çok sert bir kampanya sürdürürken sesi soluğu çıkmayan cumhurbaşkanı, meclis başkanı, başbakan eskilerine bir anlam vermek kolay görünmüyor elbette. Son bir veri olarak eklenebilir, partinin ön plandaki dört kurucusundan geride sadece birinin kalmış, ikisinin içeride ama iyice kenarda, dördüncüsünün ise çoktandır tümüyle dışarıda bulunuyor olması da “siyasettir, olur böyle şeyler” klişesi ile geçiştirilebilecek kadar önemsiz sayılamaz.     

Gerçi, cumhurbaşkanının kullanmakta olduğu yetkilere ilişkin olarak, yukarıda özetlemeye çalıştığımız iktidara sıkıca yerleşme sürecinin sonunda oluşan “fiili durum” parti içini denetim altına alma açısından da pek çok imkân sağlıyordu ama, bu yolla sağlanan imkânlar yeterince güven vermiyordu herhalde. Buradan devam edilirse, halkoylamasının sayısal ve daha önemli olan öteki sonuçlarının, bu güvenilmezliğe ilişkin ek ipuçları sunduğu söylenemez mi? Hiç zorlanmadan söylenebileceğini sanıyorum.

Düzenin muhalefet görünümlü kurucu partisi CHP’deki kargaşanın boyutları, şimdilik, AKP’nin öngördüğü birkaç yıllık geleceğe ilişkin projeler üretmeye odaklanmış görünüyor. İki buçuk yıl sonraki seçimleri maçın ikinci devresi sayıp ona hazırlanmaktan bu kez dışarıdan değil içeriden bir Ekmeleddin çıkarmayı önerenlere kadar gidebiliyor; ama, yine şimdilik, bunlarla sınırlı kalıyor. Çok yakın gelecekte, düşünsel düzeyde kalmayan daha şiddetli çalkantılar da hiç şaşırtıcı olmayacak. Seçimini yapmış akademisyenliğinin yanına deneyimli parlamenter ve siyasetçi özelliğini de eklemiş olan Oğuz Oyan, iki gün önceki yazısında şu uyarıda bulunuyordu: “(…) 2017’nin toplam muhalefetinin korunabileceği faraziyesiyle 2019 seçimlerini hedef almak, onun üzerinden iddia geliştirmek, muhalif seçmeni yatıştırmak ve oyalamaktan başka anlama gelmeyecektir. Bu temelsiz iddia, 2019’un üç seçiminden sadece cumhurbaşkanlığı seçimine yöneliktir. Ama tek adam rejimine karşı bir araya gelen kitleleri, üzerinde üç hareketin anlaşacağı tek kişinin cumhurbaşkanlığı adaylığı üzerinde birleştirmek Türkiye gerçeğine ve geçmiş siyasi deneyime yabancıdır. Kaldı ki 2017’nin yüzde 49’u, kolayca parçalanabilir bir toplamdır. Zayıf halkaları vardır. İktidarın işi de bunu zorlamak olacaktır. Üstelik yeni bir kol güreşini 2019’a ertelemek, bugünkü mücadele biçimlerini es geçmek anlamına da gelecektir.”

Düzenin stepnesi olduğunu kaçıncı kez kanıtlamış MHP’nin ise daha hızlı ve gürültülü biçimde karışması beklenmeli. Partinin bu yakıştırmayı hak etmesinde küçümsenemeyecek payı olan Bahçeli’nin şimdiye kadar hükümet çevrelerinin açık yardımı ile bir ölçüde erteleyebildiği iç kargaşa ve çoktan ortaya çıkmış çatırdamanın ardından partisini tek parça olarak kurtarması, kesinlikle kolay görünmüyor.

Çatırtıların böylesine yükseldiği bir dönemde, bizim taraf için, her şeyin başı ve sonu olma özelliği değişmemekle birlikte, örgütlenme sözcüğünün ötesine geçmek gerekiyor. Daha doğrusu, bunu her kilidi açan bir büyülü anahtar yahut dillerden düşmeyen bir dua niyetine yinelenmekten kurtarıp  hayatın ve mücadelenin  hayhuyu içinde ete kemiğe büründürmek zorunluluğu ortadadır. Ancak, burada, her ikisinden de uzak durmak gereken iki uçtan söz edilebilir: Bir yanda, ne kadar hoşgörülebilir nedenlere bağlı olursa olsun bir tür alışkanlığa dönüşmüş ağır kanlılık ve gecikme, öte yanda yılların geri kalmışlığından beslenen ve tez canlılık, telaşe müdürlüğü, ivecenlik deyişleriyle  anlatılabilecek bir tutum… İlki ne kadar zararlıysa ikincisi de ona yakın ölçüde yanılgılara ve yapbozlara sürükleyici…