'Çamura yatma, sorunları çöz'

Seçim sonrasında ülkede muhalefetin büyük bölümünün söylemlerine iç içe geçmiş ikili bir klişe yerleşmiş durumda. Muhalefet derken, elbette, düzen içi muhalefeti anlatmak istiyoruz; hatta, açık açık muhalefette görünmeyen bazı kesimler de bu söylemi paylaşıyor. Şöyle diyorlar: Dünyaya rezil oluyoruz, seçimi sonuçlandırmayı yokuşa sürmekten vazgeçin; vazgeçin ki, ülkemizin birikmiş sorunlarına dönüp halkımızın beklentilerini karşılamaya başlayalım. Aşağı yukarı böyle özetlenebilecek bir yakınma, eleştiri, talep ileri sürülüyor iktidara karşı.

Buradaki klişelerin ilki, kasıtlı olduğunu artık çocukların bile fark edebilecekleri bir tutumla, seçimlere nokta koymayı erteleyip geciktirmenin ülkemizi dünyaya rezil ettiği ya da edeceğidir. Yanlış anlaşılmamak için önce şunu açıkça belirtmiş olalım: İki haftayı doldurup üçüncü haftaya giren oy sayma, sayılanı geçerli saymayıp yeniden sayma, aynı konularda değişik zamanlarda çelişik kararlar alma ve benzeri biçimlerdeki demokrasi tarihinin şanlı sayfalarına yazılacak uygulamalar, iki gün önceki İstanbul Belediye Başkanlığı mazbatasının seçimi kazanana verilmesiyle, tümden sona ermemekle birlikte, yeni bir aşamaya gelmiş görünüyor. Ancak, Erdoğan’ın dünkü “kızgın demiri soğutma, kucaklaşma dönemi” sözleri bir yana, çok yakın gelecekte daha nelerin olacağı belirsizliğini korumaya devam ediyor. Ayrıca, son günlerin yaygınlaştırılan sloganındaki “mazbatayı ver” çağrısı İstanbul ile sınırlı değil kuşkusuz. KHK mağdurlarına adaylıkları onaylanıp seçildikten sonra mazbatalarının verilmemesi ya da iptal edilmesi uygulamalarının düpedüz seçme ve seçilme hakkının gasp edilmesi olduğu ortada.

Bununla birlikte, ne yapılırsa yapılsın, ülkemizin ele güne karşı, daha resmi bir deyişle uygar dünya gözünde rezil olmaktan kurtarılması söz konusu olmayacaktır; çünkü, zaten içinde bulunduğumuz zamanda utanılacak, kınamalarından çekinilecek bir uygar dünya kalmamıştır. Hemen her ülkede, üç aşağı beş yukarı, aynı rezillikler yaşanmaktadır. Son günlerden bir örnek olsun, hükümetin dış işleriyle görevli bakanı, “Ermeni soykırımı”nı gündeme getiren havalı Fransız parlamentere karşı “sizin ülkeniz bunları söyleyecek son ülkedir, Ruanda’da, Cezayir’de neler neler yapmadınız” yollu konuşabilirken, herhalde, kendi dilindeki “tencere dibin kara” deyimindekine benzer bir güvenle polemiğe girebilmektedir.

Bir sürü örnek vermektense, sadece şunu hatırlayıp geçmekte yarar var: Görünüşte dünyanın askeri, iktisadi yönden en güçlü, bu gücünü göstermek konusunda en pervasız ülkesinden başlayıp Avrupa’dakilere bakılsın. Bunların hiçbirinde kendi geçmişindekilerle az çok karşılaştırılabilir çapta politikacılar ile yöneticilerin bile var olmadığı açık seçik görülebiliyor. Üstelik, bunların önemli bir bölümünde, o yöneticiler silah zoruyla değil, bizdekinden çok daha “serbest” denebilecek seçimlerle iş başına gelmiş durumdalar. Bunun anlamı, sermaye sınıfının, hemen hemen bütün dünyada, istenirse buna “imal edilmiş rıza” denilsin, hem maddi hem manevi anlamda soyup soğana çevirdiklerinin rızasıyla hükmünü sürdürdüğüdür. Bu kadar çapsız, bu kadar düşük nitelikli politikacılarla neredeyse dizginsizleşmiş bir hükümranlığın nasıl sürdürülebildiği sorusu, bizim halkımızın “köpeksiz köyde değneksiz gezmek” sözünü akıllara getiriyor olmalıdır. Kurulu düzen ve egemen sınıflar için kayda değer bir tehlike ya da tehdit yoksa, siyasetçi ve yönetici sınıfında aman aman bir ustalığa niye gerek olsun? Ustalık ne söz, sıradanlığın en berbat örnekleri bile yetip de artmaz mı?   

Sözün kısası, çokça kullanılan bir deyişle, şu rezil dünyada rezil olmanın imkânı kalmadı epeydir. Bu yüzden, düzen içi muhalefetin klişeleştirdiği yukarıdaki eleştiriyi ve onunla bağlantılı talebi ciddiye almak gerekmiyor.

Aynı klişenin ikinci bölümü ise aldatmacanın daniskası. Seçimleri sonuçlandırmayı uzatıp sündürüp dünyaya rezil olmaktan kurtulunca, ülkemizin başındaki, halkımızı bunaltan sorunları çözmeye koyulabilecekmişiz. Demek, bir taşla iki kuş vuracağız: Hem rezil olmaktan kurtulacağız hem de böylece elimiz boşalacak ve başımızdaki dertleri savuşturmak için harıl harıl çalışmaya başlayacağız.

Kim başlayacak?

Ülkeyi yönetenler herhalde… Öyle denilmek isteniyor. Ülkeyi yönetmekte olanların değişmesi gerektiğinden, böyle bir değişim olmadan dağlar gibi yığılmış sorunların çözülemeyeceğinden söz eden bulunmadığına, daha 4.5 yıl iktidarın değişmeyeceğine iktidarından muhalefetine kadar herkes vurgu yaptığına göre böyle düşünmekte sakınca görünmüyor.

O halde, sadece yaklaşık on yedi yıldır ülkeyi yönetenlerin sorun çözme becerisine kuşkuyla, kuşkunun ötesinde, basbayağı inançsızlıkla bakmak gerektiğini söylemek yetmiyor. O kadarını, düzen muhalefeti de söylüyor, durmaksızın tekrar ediyor, tekrar etmekle de kalmıyor, yaratıcı yetenekleri ölçüsünde değişen biçimlerde dillendiriyor.

Asıl sorulması gereken, onca uzun zamandır pek görülmemiş, birçok bakımdan güçlü bir iktidarın yapmadığı ya da yapamadığı neleri gerçekleştirerek ülkeyi düze çıkaracakları.

Aslına bu tür bir soruya gerek yok; çünkü, pek çok kez, uzun uzun ya da kısaca yanıt vermiş durumdalar. Örnek olsun, iktidar kanadının lideri, 31 Mart gecesi partisinin genel merkez binasının balkonundan yaptığı konuşmada, “serbest piyasa ekonomisi”ne inanç ve bağlılıklarını açıkça dile getirmişti. Muhalefet kanadının lideri de seçim kampanyasında ya da hemen önce, büyük bir centilmenlik örneği göstererek, en büyük rakiplerine ülkeyi kurtarma reçetelerini, yanlış hatırlamıyorsam 13 maddelik bir liste halinde vermişti. İdeolojik bir klişe olan ve ilkinin bağlılıkla sözünü ettiği terim, ikincisinin açıklamayı daha uzun tutarak önerdiği reçeteye gayet uygun düşüyordu; birinciyi başlık olarak yazıp ikincideki çözüm önerileri listesini altına sıraladığımızda hiçbir uyumsuzluk ortaya çıkmıyordu. Bu uyumluluğu, yalnız partiler ve siyasetçiler arasında değil, uzman sıfatıyla yazıp çizen her iki kanadın ideologları ve teknisyenleri arasında da saptamak çok güç değil.

Peki, neden açıkça adını koyarak halkın karşısına çıkmazlar? Sözgelimi, siz hiç “kapitalist parti” ya da “kapitalist demokratik parti” yahut “demokratik kapitalist halk partisi” benzeri adlar taşıyan parti işittiniz mi, gördünüz mü, herhangi bir yerdeki varlığını hiç okuduğunuz oldu mu? Hadi eskiden, sosyalistler, komünistler falan çok güçlüydüler, çok şirretlik ederlerdi, onlardan korktular diyelim. Kaç zamandır onlar güçsüzleştiler, gerilediler, silikleştiler, neden hâlâ bu korku, bu çekingenlik?

Kısaca, şundan: Kapitalizm aradan birçok kuşak geçse de emekçi insanlığın belleğinde yer etmiş onarılmaz kötülükteki izlerini silememiştir; silmek bir yana yeni izler kazımayı sürdürmüştür. Bu durumda, kendisi azınlıkta olan bir sınıf, toplumun iyiliğini istediğini, ona mutluluklar sağlayacağını vaat ederek büyük çoğunluğun karşısına çıkıp onlardan destek ve oy isterken, hiç öyle dobra dobra konuşur mu?