Çağrışımlar

Sökülür geliverir işte.

Bir sokağı dönünce, bir meydana çıkınca, bir tepeyi aşınca…

Kimileyin de, geçen akşam benim için olduğu gibi, bir mekâna oturunca. Sanki ne varsa, bir telaş, bir acele, iki çift söze katık edilecek birkaç lokma ile bir iki yudumu tamamlayıp çarçabuk kalkmak üzere oturulduğunda bile sökün ettiği oluyor çağrışımların.

Önce herhangi bir yanlış anlamaya yol açmamak için bir açıklık getirelim. Geçen akşam dediysek, dünkü kandil akşamını kast ediyor değiliz. İnanmış halkımızın incineceği biçimlerde öyle sofralara oturmayız, çarçabuk kalkmak üzere bile olsa. Kast ettiğim, ondan bir önceki akşamdır. Gerçi, öyle özel zamanlarda, halkımızın çoğunluğunun inancıyla hepimizle birlikte türlü çeşitli nimetlerin de yüce yaratıcısına minnet ve şükran duygularını dile getirmek bir başka olur. Eskilerin deyişiyle söylersek, “tecrübeyle sabittir.”

İki başımıza oturduğumuz yer, bundan bir ay önce bizim Yalçın Hoca’nın sekseninci yaşını kutlamak üzere kendisi ve kırk kadar eski dostu, çalışma arkadaşı, öğrencisi ile bir araya geldiğimiz yerdi. O buluşmadan sonraki ilk gidişimiz olduğu için, haliyle, sökün edip gelenlerin ilki bu usanmaz mücadelecimiz, en az o kadar önemlisi, düşünce imalatçımız oldu. Söyleyip yazmadan önce, akıldan geçirirken etkili gözükse de, bu sözcük, herhalde özellikle de Chomsky’nin ünlü kitabı yaygınca bilinir olduktan sonra, sevimsizleşti. En azından, bana öyle geliyor. Rıza imalatını ve bunun nasıl yapıldığını okuduktan sonra, düşüncenin imal edilmesi yerine, örneğin, üretilmesinden ya da yaratılmasından söz etmek daha uygun, daha yakışık alır görünüyor.

Müthiş bir düşünce üreticisi olan bu dostumuzu anmışken, onun çok eski bir öğrencisi olarak üç beş söz daha etmeden durmam mümkün değildi. Soran eden yoktu ama, bana sorulursa, diyerek söze başladım, onun başyapıtı “Endüstrileşme Sürecinin Temel Sorunları”dır. O kitabın ilk basımını yapan bizdik. Biz, dediğim, biri daha 95’te aramızdan göçmüş üç partili öğrenci arkadaş ve bir de bizim fakültenin teksir memuru. Ders kitabımızdı ve bütün sınıf bizim o teksir işini bir an önce tamamlamamızı bekliyordu. Kitap olarak yayımlanışı 3 yıl sonra, 1975 başlarındadır.

Bununla birlikte, benim başyapıt olduğunu düşündüğüm, daha da sonra, 82 sayfalık uzun bir giriş bölümü eklenerek ve “Sovyetler Birliği’nde Sosyalizmin Kuruluşu” adıyla 1987 yılında yayımlanan kitaptır. Deyişin tam anlamıyla mükemmel bir siyasal iktisat incelemesidir.

Çağrışımların ya da bu tür çağrışımların, diyelim, bir özelliği de ardı arkası ne zaman kesileceği belli değilmişçesine birbirini izlemesi olsa gerek.

Ardından, zaman biraz daha ilerlediğinde, yetmişli yılların ortalarında demek istiyorum, dinlenme ihtiyacı duyduğumuzda, kimileyin de hiç öyle bir ihtiyaç söz konusu değilken, salt hoşlandığımız için, oynadığımız bir tür oyun vardı. Oyun demek ne kadar doğru, bilmiyorum. Yaşını başını almış insanların oyuna benzeterek giriştikleri bir tür söyleşi, denebilir. Devrimden sonra ne olmak, ne yapmak istediğimizi anlatırdık. Hatırladığım kadarıyla, “Beni Moskova’ya büyükelçi yaparsınız.” derdi Yalçın Hoca. Hem bir akıl verme hem de önceden dile getirilmiş bir talep anlamındaydı. Gerekçesi de çok önemli olduğunu söylediği “1940’dan sonrasını” incelemekti. O dönemin ilk dilimi savaş yılları olduğuna göre, Stalin’in ölümünü ve 20. Kongre sonrasını da içine alan uzunca bir dönemdi herhalde aklındaki. Benim başyapıt olduğunu ileri sürdüğüm kitabın alt başlığının “Sovyet deneyimi 1925-1940” olduğunu hatırlatmanın yeridir.

Ancak, görüldüğü gibi, ne devrimi gerçekleştirebilmiş ne de Moskova büyükelçimizi görev yerine gönderebilmiş durumdayız.

Bütün bu çağrışımların akınına uğramışken, bir de “Urfa Sıra Gecesi” başlamasın mı?

“Ne Urfa’sı, ne sıra gecesi” diyerek sabrının taşmak üzere olduğunu seslendirebilecek okurlara, yine de, biraz sabır tavsiyesinde bulunarak devam edelim.

Efendim, aynı mekânın asıl büyük bölümünde bu sıra gecesi olarak bilinen etkinlik varmış meğer! Biz her ne kadar epey uzakta ve ana salondan ayrılmış küçük bir bölümdeysek de, iki bölümü ayıran engel camdan yapılmış olduğu için, öteki etkinlikten büsbütün de yalıtılmış durumda değiliz. İster istemez gözümüz kayıyor, sesler kulağımıza geliyor. Bir ara, Ankara’nın artık tüm ülkeye yayılmış, dolayısıyla uluslararası bir ün kazanmış misket havası çalındı sanki; herkes kalkmış oynuyordu. Dikkatimizi oradan uzak tutmaya çabaladığımız ve kendimiz de uzakta olduğumuz için benzetmiş olabileceğim de aklıma gelmiyor değil ama, bu düşük olasılık, beni şöyle bir sonuca ulaşmaktan alıkoyamadı: Bizim memlekette bir düğüne, bir müzikli eğlentiye Berlin Filarmoni’yi getirip çaldırsanız, belli bir aşamadan sonra, eşi benzeri görülmemiş bir misket havası yorumu başlatılır; o arada, şef Sir Simon Rattle da bagetini fırlatıp ortada oynayanların arasına katılır, eminim. “Belli bir aşamadan sonra” derken anlatmak istediğimse, anlaşılmıştır, ortalama içki tüketiminin ulaştığı düzey oluyor.

Bizim için sökün eden bir sonraki çağrışım ise Behice Boran’ın Urfa milletvekilliği oldu. Emekçi insanlığın büyük tarihsel kazanımlarından biri olan genel oy hakkının ortadan kaldırılmak üzere olduğu günlerde yaşayanlar için inanılması güç olmakla birlikte, 1965 yılının Ekim ayında yapılan genel seçimlerde ülkemizin ondan önce ve ondan sonra hiç tanıklık etmediği bir seçim sistemi uygulanmıştı. Biraz abartılarak söylenirse, neredeyse sandığa atılan her oyun hesaba katıldığı bir sistemdi. “Milli bakiye” adı verilmiş, daha az kullanılan biçimiyle “ulusal artık” da denilen bu uygulamaya göre, her seçim çevresinde milletvekili seçtirmeye yetmeyen artık oylar toplanıyor ve bu toplamlar belli bir düzeye ulaştığında o parti başka bir seçim çevresinden milletvekili kazanabiliyordu. Behice Hanım da bu uygulamanın bir sonucu olarak Urfa’dan milletvekili seçilmişti. Böyle böyle, Türkiye İşçi Partisi 14 milletvekili seçtirdi ve hemen ardından kendi İstanbul listesinde yer almış bir bağımsızın da partiye katılmasıyla, mecliste grup kurdu. İzleyen 4 yıl, Türk parlamento tarihinde hiç rastlanmamış bir emekçi muhalefetine tanık olmuştur, dersek, bunda bir abartma aramak boşunadır. Bir sonraki genel milletvekili seçiminde, sadece 4 yıl sonra, bu uygulamanın yürürlükten kaldırılmasına yol açan etkenler arasında bu muhalefetin egemenler üzerinde yarattığı tedirginlik de vardı.

Orada toplanmış ve herhalde büyük çoğunluğu Urfalı olan insanlara “Behice Boran sizin milletvekilinizdi kardeşler, biliyor musunuz?” deseydim, bilen çıkar mıydı ya da kaç kişi çıkardı acaba?

Yoksa, “Nerden bilelim amca, biz Şanlıurfalıyız!” mı derlerdi?