Bürokrasinin bugünü ve geleceği

Hiç değilse yedi sekiz yıldır, şu “yandaş” yaftasıyla anılan basın kanalıyla yaygınlaştırılmış deyişle “laikçi” kesimin oldukça eski bir alışkanlığı vardır. Adlandırmayı biraz daha düzgün biçimde yapmaya çalışırsak, bu çok geniş toplum kesiminin, CHP’nin ve şu ya da bu anlamdaki yandaşlarının tümünü, liberal, milliyetçi/ulusalcı ve sosyalist diye üç alt kesime ayırarak sınıflandırdığımız “sol”un ise bir bölümünü kapsadığı söylenebilir.

Alışkanlığın eskiliğini anlatmak bakımından, bütün altmışlı ve yetmişli yıllarda belli bir açıklıkla görülebildiğini hatta, 12 Eylül sonrasındaki Ulusu ve Özal hükümetlerinde de bakanların adları açıklandığında aynı alışkanlığın ürünü değerlendirmelerin yaygın olarak yapıldığını belirtebiliriz. Bu, şeriatın gelmekte yahut cumhuriyetin elden gitmekte olduğuna ilişkin kuruntunun, korkunun yarım yüzyılı da aşan bir süredir artarak azalarak, aşağı yukarı on yıldan bu yana ise düzenli biçimde artarak sürdüğünün de göstergesidir.

Alışkanlık dediğime gelince: Bakanlar kurulu listeleri ilk açıklandığında ve her yeni bakan değişikliğinde, önce, en önemli sayılan bakanlıkların başına getirilen isimlere, onların geçmişlerine, açık ve gizli eğilimlerine bakılır. Bunlar arasında eğitim, içişleri, adalet bakanlıkları mutlaka bulunur. Dönemin özelliklerine göre, bunlara birkaç bakanlığın daha eklendiği de olur. Bu işlerle ilgili örgütlerin ve bürokrasinin başına İslamcı ve/veya faşist eğilimli politikacılar getirilmemişse, öyle görünüyorsa, bir tür ehveni şer yaklaşımıyla, “neyse, o kadar da kötü sayılmaz” avuntusu bir ölçüde olsun haklılaştırılır.

Bu önemli önemsiz ayrımının ve önemsiz bakanlıklara getirilenlerin kim olduğunun önem taşımadığı kabulünün yanlışlığını gösteren örnekler de olmuştur gerçi. Örneğin, sağlık bakanlığı böyledir. Daha 12 Eylül öncesindeki “milliyetçi cephe” hükümetleri döneminin Devlet İstatistik Enstitüsü bir başka örnektir. Bu ikincisinde, başbakan Demirel sadece üç milletvekili bulunan faşist partiye iki bakanlık vermiş ve bunlardan birine bağlı olan enstitüde birkaç yıl boyunca gerçekleştirilen faşist yuvalanmayı kırma girişimleri, tarihimize “Bahçelievler Katliamı” adıyla geçmiş olan Ekim 1978’deki vahşetin planlanıp uygulanmasında tetikleyici neden olmuştu. Ozan Özgür’ün unutulmaz Gecenin Kapıları romanını yazmadan önceki herkesin harcı olmayan, örneğin benim hiçbir biçimde gösteremeyeceğim, bir sabır ve emek gücü ile yaptığı araştırmaların sonucunun da bu yönde olduğu romanda sezdirilir.

Asıl önemli bakanlıkların başına getirilenlere bakıp az buçuk iç rahatlatma alışkanlığında savunma bakanlığına yer verilmeyişinin nedenleri ise bellidir. Bir kez, bu bakanlığın bürokratları askerlerden oluşmaktadır. İkincisi ve daha önemlisi, bütünüyle bu askeriye işlerinde ipleri elinde tutan bakanlık değil, genel kurmaydır. Dolayısıyla, şeriat vesaire açısından, oraya getirilen bakanın pek de önemi yoktur.
Oysa, bugün yaşananlara ve bugünden geriye bakıldığında, bu tür bir güveni haklı gösterecek kanıtlar bulmak hiç de kolay görünmemektedir. Tam tersine, 1923 cumhuriyetinin düşmanlarına yakın olanların yanı sıra kendileri o düşmanlığın militanlığını üstlenmiş unsurların da askeri bürokrasinin değişik bölmelerinde ve her düzeyinde var olduğu, sıradan insanların her günkü yaşantılarıyla, hısım akrabadan konu komşuya kadar çevrelerine bakmakla görebildikleri bir gerçek durumundadır.

Gerçekler karşısında sınamadan geçirmeyi bir yana bırakarak söylenirse, geçmişi bakımından çok eskiye dayanan, toplum içindeki yaygınlığı da bir o kadar fazla bu alışkanlığı, kendi mantığıyla ve ona uygun diliyle, böylece anlatmakta kabul edilemez bir yanlışlık ve abartı yoktur.
Şimdi, zaman içinde bir uzun atlama yaparak bugüne gelebiliriz.

AkP hükümetleri döneminde devlet örgütlenmesinin bütününde çok yaygın ve derin bir İslamcı örgütlenme oldu buradaki İslamcı nitelemesinin birçok somut durumda faşist anlamını da içermekle birlikte, her zaman ve bürokrasinin her yerinde bu tür bir özdeşliğin kurulamayacağı eklenmelidir. Bu örgütlenmenin yaygınlığı gözle görülebiliyor derinliğini bilmekse o kadar kolay görünmüyor, ancak ileride anlaşılabilir.
İleride derken anlatılmak istenense şudur: Diyelim, AkP hükümetten düştü yerine, koalisyon halindeki partiler ya da tek bir parti eliyle bir hükümet kuruldu yahut bir geçiş hükümeti ortaya çıktı. Orada anlaşılacaktır.
Bu seçeneklere oranla daha düşük bir olasılıkla, düpedüz halkçı-ilerici bir hükümet kurulacak olursa, bu anlaşılma daha çabuk olacak ve çok daha çarpıcı, şiddet dolu biçimlere bürünebilecektir. Başka bir anlatımla, sekiz yıldır gerçekleştirilmiş olanların yanı sıra artık çok yakınlaşmış seçimlerin sonuçlarına bağlı olarak daha bir deney ve cesaret kazanmış biçimde hızla devam etme olasılığı bulunan örgütlenmeler sonunda, devlet aygıtının hemen hemen bütün bölmelerinde ciddi direnç odakları oluşturulmuş durumdadır.

Öte yandan, merkezi ve yerel yönetimlerdeki bürokrasinin bugünkü durumu, onların ürettikleri ürün ve hizmetleri kullanmak zorunda olan geniş halk yığınları açısından da büyük önem taşımaktadır. Her türlü hız ve gözü dönmüşlük sınırları aşılarak gerçekleştirilmiş bir özelleştirme saldırısıyla zaten kapsamı çok daraltılmış kamusal ürün ve hizmetlerin üretiminden sorumlu bürokrasinin her düzeydeki yönetim kademeleri için aranan niteliklerin başında “niteliksizlik” gelmektedir artık. Şu son uzunca cümlenin bir retorikten ibaret olmayıp neredeyse elle tutulabilir ve sıradanlaşmış bir gerçekliğin, çok da yeterli sayılamayacak bir anlatımı olduğunu, kimse bilmiyorsa eğer, ekmeğini kazanmak için çalışırken yurtseverlikten vazgeçmeyen kamu emekçileri çok iyi biliyorlar. Örneklere boğup uzatmamak için genelleştirilmeye uygun bir örnek verilecek olursa, şu kadarıyla yetinmek mümkündür: “Uzmanlık kuruluşu” diye anılagelmiş kurumların tepe noktalarına, o alana ad olmuş kavramları özümsemek bir yana, genel kabul görmüş tanımlarından dahi habersiz yöneticiler atanmakta ve istikrarlı bir biçimde yerlerini korumaktadırlar.
Az önce değinilen düpedüz halkçı-ilerici bir hükümet olasılığı tümüyle dışarıda bırakılsa, başka bir anlatımla, solun hiçbir biçimde iktidarın parçası olmayacağı düşünülse bile bugünkü durum yeterince kötüdür. İster en geniş ister en dar kapsamıyla anlatılan “sol”un ihmal edemeyeceği kadar kötüdür ve, ülkeye karşı taşıdığı sorumluluğun yanı sıra, kendisini de kimileyin doğrudan kimileyin dolaylı biçimlerde ilgilendirmektedir. O yüzden, kamu emekçileri eliyle yaratılıp bugüne kadar getirilmiş örgütlenmelerin, kuşkusuz onlarla birlikte ülkenin yazgısını değiştirme iddiasını taşıyan siyasal partilerin, bugünkü mücadelelerini yürütürken yakın gelecekte ülkenin karşı karşıya kalabileceği böyle bir gericilik direnişine de hazırlıklı olmaları gereklidir.