Mesut Odman

Gerçekten, güney komşumuzda “Bunlar daha bir şey değilmiş!” dedirtecek olayların art arda dizilişiyle karşılaşırsak şaşırmayacağımız günler gelebilir.

Bunlar daha ne ki?

Mesut Odman

İki haftayı aşkın bir süre geçti. Herhangi bir yazı yazamadım. Benim yazamaz oluşum bekleniyormuş diyesim geliyor. Kırk yılın çarşambası bir araya geldi sanki. Sonunda, yeniden yazabilir duruma gelip klavye başına geçince, en uygun başlığın bu olabileceğini düşündüm. Kısacık bir süreye sığmış olması değil sadece, olup bitenleriyle de şu son bir iki haftayla yarışacak bir zaman dilimi öyle kolayca ortaya çıkmaz; bunun yanı sıra, şaşırtıcı yanlarının henüz tükenmediğini anlatmak bakımından da uygun bir başlık bu.

Gerçekten, güney komşumuzda “Bunlar daha bir şey değilmiş!” dedirtecek olayların art arda dizilişiyle karşılaşırsak şaşırmayacağımız günler gelebilir. Ne kadar sonra gelir, bilinmez; ama öyle günlerin geleceği şimdiden belli oluyor.

Yazamadım dediysem, yazanlar çok oldu. Zafer naraları atanları, topraklara toprak katanları bir yana bırakalım. Pek çok aklı başında değerlendirmeler de yapıldı elbette. Bana sorulursa ya da “bir soran olursa” deyip, uzmanlık düzeyinde bilgili olma iddiası şurada dursun yaşananlara akıl erdirmeye çalışan bir yurttaş olarak üç beş söz söylemeden önce, o yazılanlardan birkaçını önermekte yarar var, sanıyorum. Bir kez, yalnız Suriye’yi değil, daha doğrusu, Suriye ile birlikte Arap halklarının yaşadıkları coğrafyada olup bitenleri doğru anlamak için kolayca bulunup sıkılmadan okunabilecek bir kitabı hatırlatmalıyım. Alper Birdal ile Yiğit Günay’ın ortak çalışmaları “Arap Baharı” Aldatmacası, adı geçen bahar aldatmacasının başlarında okur önüne çıkarılmıştı. (Yazılama Yayınevi, Ağustos 2012). Her ne kadar gerçekte olan, kapışma sözcüğünün çok fazla geleceği bir teslimiyet görünümü veriyorsa da bugünlerdeki kapışmayı geçmişi ve şimdiki sonuçlarıyla birlikte kavramak bakımından çok değerli bir kaynak özelliğini koruyor. Yiğit’in ve ona destek olan öteki soL yazarlarının bir haftadır “Suriye Dosyası” başlığı altında yazdıkları da anılan kitabın güncelleştirilmesi açısından önemli katkı sağlıyor. Bütün o yazıların bir dosyada toplanıp arşivlenmesini öneririm. Ben öyle yaptım. 

***
En azından kâğıt üzerinde çoğunluğu Müslüman olan halklardan ve coğrafyalardan söz ediyoruz madem, dilimizdeki onlara özgü bir deyime baş vurabiliriz: “İki cami arasında beynamaz”dır bu deyim. Okurlardan özür dileyerek açıklamaya çalışırsak, iki camiden hangisine gideceği konusunda kararsız kalıp namazı kaçıranın durumundan esinlenilerek söylendiğini kabul edebiliriz. Gereksiz açıklamalara bir başka örnek sayılmazsa, aslında Farsça olumsuzluk ekiyle “binamaz” söyleyişinin Türkçede beynamaz olarak yerleştiğini de eklemek mümkün olabilir.

Arap coğrafyasında “Arap sosyalizmi” de denebilecek Baas hareketinin ve partisinin tarihi, bir bakıma, bu deyimdekine benzetilmesi mümkün bir kararsızlığın, iki arada bir derede kalmanın, birbirinin karşıtı iki yol arasında ikircikli davranmanın tarihidir. İkinci büyük paylaşım savaşının sonlarına kadar götürülebilecek bir geçmişten söz edilebilir. Bu uzun sürenin sonunda ne Arap sosyalizmi kalmıştır ne sosyalist Araplar. İlkinin bir daha sahneye çıkması, ikincisinin yeniden söz sahibi olması hemen hemen imkânsızlaşmıştır.

***

Emperyalizmin, bir soyutlama olarak değil, bütün tiksindirici somutluğuyla belirleyicilik kazanan emperyalist ilişkilerin her egemen oluşunda varlığı görülen en az üç öğeden söz edilebilir. İlki için vahşet ve katliam sözcükleri uygun düşer. İkincisi emekçi halk yığınlarının açlık ve sefalet ile, bunların her türlüsü ile terbiye edilişidir. Üçüncüsü ise en kabasından en incesine kadar yalanların bitmez tükenmez geçit resmidir. Yaşadığımız çağda en eski ve ilkel nitelikli olanından en yeni ve, ne demekse, gelişkinine kadar iletişim endüstrileri ile sanat sepet işleri “emre amade”dir, hazırdır, el altındadır, gerekmese de düzelterek ekleyelim, emperyalistlerin ellerinin altındadır. Bizim soL’daki arkadaşlarımızın deyişiyle “film stüdyoları” ile her yere taşınabilir film ve dizi setleri inanılması güç bir hızla devreye giriverirler. Bununla ilgili pek çok örnek sağlayan son emperyalist “zafer günleri”nden yalnız 2’sini, yazıyla ikisini hatırlatmakla yetineceğim. 

Temiz yüzlü bir oğlan çocuğu. Muhabir bir sürü anlatıyor. Neler neler çekmiş de, yıllar var babasını görmemiş de, şimdi kurtuluşun sevincini yaşıyormuş da…Oysa, çocukta ne öyle coşkun bir sevinç var, ne de yıllar sürmüş bir eziyet anlatımı yüzünde. Sunumunun yeterince inandırıcı olduğu kanısına ulaşmış olmalı ki, bitiriyor. Çocuğa soruyor: “Babanı kaç yıldır görmedin?” Çocuk 14 diyor. Bir soru daha: “Kaç yaşındasın?” El cevap: “10!”

Bir başka örnek olay. Eziyetin işkencenin her türlüsünün yanında günlerce de aç bırakılmış bir muhalif tutuklu. Çok şükür, özgürleştirilmiş. Ayrıca, karnı da doyurulacak. Öyle ya, aç acına özgürlük neye yarar? Epey doyurucu olduğu besbelli bir öğün konuyor önüne. Yeni özgürleştirilmiş aç tutsak yumuluyor, haklı olarak. Ancak, adamda hemen göze çarpan bir göbek var ki, obezite tedavisine başlamakta ne kadar gecikirse, o kadar kötü. Demek, bazı insanlarda uzun süreli açlık görkemli göbeklere yol açabiliyormuş. 

***

Suriye uzun süredir uzak Asya’dan Kafkaslara, Orta Doğu’dan Afrika’ya, hatta Avrupa’ya kadar dünyanın dört bir bucağından gelmiş, tepeden tırnağa silahlı, örgütlü-örgütsüz kalabalıkların kaynadığı bir ülkeye dönmüştü. Şimdi bunların birbirleriyle dostça, haydi bu kadarı fazla iyimser oldu deyip düzeltelim, itişip kakışmayı vurup öldürmeye götürmeden görüşüp anlaşmaları bekleniyor. Öte yandan, Türkiye’nin de içinde bulunduğu pek çok ülkenin ve BM’nin terör örgütleri listesinde yer alan, ayrıca ABD’nin başına 10 milyon dolar ödül koyduğu kişinin başkanlığındaki örgütün 36 ayrı örgüt ya da gruptan oluştuğu söyleniyor. Onca karışık kalabalığın barış içinde bir arada yaşamayı ne kadar sürdürebileceği, o sırada ve daha sonra Suriye’nin yerleşikleri olan farklı dinlerden, mezheplerden, etnik kökenlerden insanlar ve onların örgütleri ile nasıl anayasa ve yasalar yapabileceği, yaptıktan sonra nasıl uygulayabileceği, bütün bunlar olurken Suriye denilen tam anlamıyla zavallı duruma düşürülmüş ülkede toplumsal ve bireysel hayatın olmazsa olmaz araçlarının nasıl üretileceği, üretilebilirse nasıl bölüşüleceği, can alıcı sorulardır ve hiçbirinin yanıtları belli değildir. Üstelik bu belirsizliğin, sadece Suriye için değil, aralarında kendi ülkemizin de bulunduğu geniş bir coğrafya için karabasan demenin abartma olmayacağı tehditler barındırdığı apaçıktır.

Karabasanı kötü bir fanteziye dönüştürmek diye anlaşılabilir olsa da ekleyebiliriz: Geçmişi yarım yüzyılı çok aşmış Baas iktidarı üçbeş günde çöküp giderken, İsrail bir yandan yüzlerce hava saldırısıyla Suriye devletinin bütün savunma imkânlarını yok etti, bir yandan da uzun süredir işgal altında tuttuğu Golan Tepelerinden aşağılara doğru indi ve Şam’ın 20-25 kilometre yakınlarına kadar sokuldu. Oralardan geri çekilme olasılığı bulunmuyor herhalde. Peki, önümüzdeki günlerde/haftalarda/ aylarda, her neyse, zamanın birinde biraz daha ilerleyip Şam’ın içlerine girmeyeceği nereden belli? Bu ilerleyişin kuzey/güney ya da doğu/batı diye ikiye bölünmüş bir Şam kenti ile sonuçlanması çok mu karamsar yahut temelsiz bir fantezidir? Yoksa, küçük ya da büyük böyle bir olasılık, üçe, dörde, kaça bölünecekse artık, parçalanmış bir Suriye’ye daha mı uygun düşer? Yalnız parçalanmış bir Suriye’ye uygun düşmekle kalmaz, futboldaki transfer jargonunu kullanırsak, İsrail için de transfere doymayan kulüplerin satın aldığı gerekliliği kuşkulu en son yıldız transferi için söylenen “pastanın üstündeki çilek” anlamına mı gelir?