Bu Ne Sevgi Ah Bu Ne Istırap!

Ey Türkiye burjuvazisi, artık çok alıştığımız söyleyişle düzeltelim, Türküyle Kürdüyle Lazıyla Çerkeziyle, ne kadar utanmazsın! Yoksa, “pişkin” mi demeli? İkisini içerip aşan bir anlam arayışıyla “alçak” da denebilir belki.

Benim gibi bir adam için oldukça tuhaf bir girizgâh. Sözünü ettiğim sınıf düşmanım olsa bile insan olarak incitici sözlerden mümkün olduğunca uzak durmaya çalışırım, bir bizim memleketin burjuva sınıfının, bu tür özellikler açısından başka yerlerinkiyle karşılaştırıldığında, ne en başa geçtiğini ne de nal topladığını düşünürüm, iki. Sözü buraya getirdiğimize göre, şunu da eklemeden olmaz: Burjuva sınıfı, hangi coğrafyada olursa olsun, öylesi özelliklere en çok yakışır olma yarışında birbirini ancak burun farkıyla geçebilir, üç.

Nereden çıkıyor bu laflar? Şuradan: O her şeye maydanoz, her derde deva hale getirildiği için saçmalaştırılmış deyişle “duayen” bir burjuvayı televizyonda seyrettim ve zıvanadan çıktım bu laflar da belirtilen durumun ürünü oluyor.

Bu zat-ı muhteremi, adını yazar yazmaz, genci yaşlısı herkes azçok bilecektir. Birkaç gün önce, farklı dinden bir sınıfdaşının patronu olduğu bir televizyon kanalının yeni piyasaya sürülmüş programına çıkartılarak bir kez daha parlatılan seksen yaşını çoktan devirmiş bu sermaye sınıfı mensubu, ülkemizin herhalde en zengin, kuşkusuz en tanınmış Yahudi kapitalisti, bitmez tükenmez “hamallıktan işadamlığına yükselme” efsanesinin yaşayan son örneklerinden, alabildiğine demokrat, hem de sosyal demokrat İshak Alaton idi.

Kimse ortağından sorumlu tutulamaz, kuşku yok, ama kendisinin adı anılınca hep tuhaf bir ölümle dünyamızdan ayrılmış ortağı ve dindaşını hatırlarım daha doğrusu, o müteveffa işadamımızın Boğaza nazır çalışma odasını. Aslında kendi büyüklüğüyle karşılaştırıldığında pek de büyük sayılamayacak odasının penceresinin en uzağındaki duvara yaklaştırdığı bir masada oturur ve böylece o harika manzarayı hiç görmezmiş. İşine gömüldüğünde kuşkusuz yoksa, arada bir kalkıp pencereye doğru yürümesini kim engelleyebilir! Görmüşlüğüm yok, bu kimilerince “mahrem” sayılabilecek ayrıntıyı yakınlarından dinlemiştim. Yakınlarından dediysem, çok yakınlarından, örneğin, hâlâ yaşayan ve sermaye sınıfının hem idolü, hem gurur kaynağı, hem akıl vereni olmaya devam eden ortağından değil elbet, yanında çalıştırdığı mühendislerden… Ondan sonra, benimki de münafıklık işte, doğanın gözlerinin önüne serdiği o olağanüstü güzellik her an karşısında olursa masasının başında atacağı imzaların birçoğunu atmaya eli varmayabilir, yaptığı işlerin kötülüğünü ve saçmalığını sezinleyip yapmaktan vazgeçebilir de o yüzdendir öyle uzak oturması, anlamına gelebilecek yorumlar yapmıştım on yıl kadar oluyor. Ama, kendime de haksızlık etmiş olmayayım, o zaman adını vermemiştim, adını vermeyerek bir genelleme yapmıştım. Şimdi adını vermiş oluyorsam da, fani dünyadan ayrılmıştır, kendisine bir zararı ya da yararı olmaz.

Neden zıvanadan çıktığımı tam olarak anlayamadığım için, bu yazı, anlama çabamın bir parçasına dönüşüyorsa, umarım, hoşgörülür.

Seçkin kapitalist Bay Alaton’un sıradan bir televizyon görüşmesinin beni neden bu kadar sinirlendirdiğini anlamaya çalışırken, aslında, kendisinin son yedi sekiz yılda dile getirdiklerini izleme şansı bulamamış olduğumu fark edip bir özeleştiri imkânı da buldum şükranlarımı sunmalıyım. Bana özeleştiri yapma fırsatı yaratmış bir insan olarak teşekkürümü hak ediyor. Malum, sosyalistlerin özeleştiriye düşkünlükleri azbuz değildir.

Meğer İshak Bey, iktidarının ilk günlerinden beri AKP için hep ümitvar ve mültefit imiş öyle olduğunu pek çok kez dillendirmiş. Bunun kayda değer bir ileri görüşlülük olduğunu belirterek biz de kendisine karşı mültefit davransak, ne sakıncası olabilir!

Anlaşılan, günler ve yıllar geçtikçe, umutlar gerçek olmuş ve iltifatlar da hiç azalmadan sürüp gitmiş. İki gün önceki televizyon övgüleri ise bunun son aşaması olarak ortaya çıkmış.

İzlememiş olanlar için bu görüşmenin çok kısa bir özetini verelim. Birçok kez kullandığı “vesayet” sözcüğü ile ne kötü durumlara düşürüldüğünü anlattığı ülkenin AKP iktidarında düzlüğe çıktığını, hem iktidarın elinden geldiğince bu anayasayı değiştirme çabası olduğundan hem de bir yeni anayasa vaadi olarak gördüğünden referanduma iki kez evet dediğini, tüsiad’ın kararsızlığını doğru bulmadığını, otuz yıl önce üzerimize zorla giydirilmiş bu anayasadan kurtulma zamanının yaklaştığını, bugün toplumun değişik kesimlerinin birbirini daha iyi anladığını ve kimilerinin söylediklerinin tersine ayrışmayıp birbirine yaklaştığını, zaten kendi şirketler topluluğunun da ertelemiş bulunduğu 3.5 milyar dolarlık yatırımı böyle güzel gelişmelerden sonra yeniden gündemine aldığını bir bir sıraladı. O arada, Kılıçdaroğlu’na yönelik takdir hislerini dile getirmekten kaçınmazken, “havuzlu villa”yı diline dolamasını bir sosyal demokrata yakıştıramadığını da ima ederek, İsveç’te ta 1950’li yıllarda işçilerin havuzlu villalarda oturduğunu gözleriyle gördüğünü söyledikten sonra, sona sakladığı en çarpıcı öğüdünü de ekledi: “Akıllı bir sosyal demokrasi zenginlikte eşitliği arar, Rus tipi sosyalizm ise fakirlikte eşitliği aradı. Türkiye yepyeni bir zihniyetle sosyal demokrasiyi yeniden keşfetmeli...”

Bunları dinlerken, azınlıklarda, hele çok küçük sayılardaki azınlıklarda bir tür “kendini koruma içgüdüsü” olarak ortaya çıkan yaranmacılık eğilimine ilişkin yaşantılar, belleğimin bana sundukları arasında çıkageldi: Çocukluğumda, bugünkü “din kültürü ve ahlak bilgisi” gibi gizleyici bir başlık altında değil, düpedüz “din dersi” adıyla zorunlu olarak aldığımız derslere, velilerinin isteği ile, Yahudi çocukları da girerlerdi. Muaf tutuldukları için ders olarak kayıtlarına geçmez, ama her derse girer ve dinlerlerdi. Kendi sınıfımda, kardeşlerimin, yakınlarımın sınıflarında bunun örneklerini hep görürdük. Üstelik, bu zavallı arkadaşlarımız, yalnız İslam dininin türlü menkıbelerini dinlemekle kalmaz, içlerinden kimileri, bize ezberletilen Arapça duaları da belleyip okumaya uğraşırlardı. Bunların, elli yıl önceki dönemde de şimdi de dinsel ya da başka türlü bağnazlıkların hiç bulunmadığı, hiç demeyelim haydi, bütün ülkemiz düşünüldüğünde, en az bulunduğu küçük bir sahil kentinde yaşandığını da ekleyelim.

Bu zatın destek ve övgülerinde böyle bir yaranmacılığın belli bir etkisinin bulunduğu söylenebilir. Ancak, çok daha önemlisi, onu böyle konuşturan asıl etken, herhalde şu olmalıdır: Üyeleri arasında yer aldığı toplumsal sınıfın en kıdemlilerinden biri olarak, onlara yol gösterici olmak, hükümete yönelik şu ya da bu nedenle ortaya çıkmış bazı tereddütlerini gidermek için bu çıkışı yapmış olduğunu düşünmek, akla yakın görünüyor. “Hükümetle ve hükümet partisi ile itişmenin alemi yok. Ayrıntıdaki sorunlar üzerinde durmayı bırakın. Onlarla işbirliğini güçlendirin, ‘marifetin iltifata tabi olduğunu’ hatırlayarak sık sık da pohpohlamayı ihmal etmeyin böylece kullanmanın yollarını bulun.” Böyle demek istediği anlaşılıyor.

Bu sözlerin, Zapsu adındaki danışman kişinin, birkaç yıl önce, Amerikalıların huzurunda “deliğe süpürmeyin, onlardan yararlanmaya bakın” yollu tavsiyesini hatırlatması doğaldır. Bir farkla: Kıdemli konumundaki bu kapitalist, sınıfdaşlarına, “Zaten deliğe süpürmeye takatiniz yok, bari yararlanmaya bakın.” demek istemiş olmalıdır.

Son olarak, şu Mandela ve konsolosluk konusu da önemsiz mi, bu sermayedarın seçkinliğini göstermiyor mu?

Kendileri, Güney Afrika’nın İstanbul fahri başkonsolosluğunu da üstlenmişler ve bu olay, yine kendi anlatımlarıyla, şöyle gerçekleşmiş: “Güney Afrika konsolosu olmamın gerisinde sosyal demokrat kişiliğim yatıyor. Mandela, 100 kişilik listede, ‘bu garip bir kuş. Hem başarılı bir iş adamı hem de sosyal demokrat. Bunu alalım’ demiş. Ben de böyle konsolos oldum...”

Bu olayla ilgili benim değerlendirmemse şöyledir: Mandela’nın yaklaşımına birden çok olası anlam yükleyebilir, açıklama getirebiliriz. Biri şu: Her ülke ile ilişkileri geliştirmek için aynı biçimde ve yoğunlukta uğraşamayız, demiştir bir olasılık. Bazılarıyla uğraşmak için farklı yollar, denenmemiş yöntemler bulmalıyız. Türkiye de bu ülkelerden biri ve o adam kuş mu deve mi belli değil oluşuyla, bir ipucu veriyor. Kimsenin ummadığı biçimde ve ölçüde işe yarayabilir. Kısacası, muhtemelen bizim Hoca Nasreddin’i bilmeden, “Ya tutarsa?” demiştir. Ayrıca, tutmasa ne olur, ne kaybederiz? Böyle de eklemiş olabilir.

Üstelik, ne yapıp edip, ciddi ciddi anlam bulmaya çalışmak gerekmez. Şöyle de düşünebiliriz: Kahramanlar da insandır ve onların da zaman zaman “kafa bulma”, hatta bunun için bulundukları konumları kullanma hakları vardır. Bu hak kendilerine halkları tarafından verilmiş sayılır. Mandela da, bu konsolos seçme işinde, biraz kafa bulmuş olabilir.