Bu memleket bizim

Onun çok bilinen bu dizesiyle başlamış, bizim eklediğimiz sözlerle devam etmiştik: “Nazım bu memleketin.”  Onun dizesiyle sahip çıktığımız ülkemizin büyük değerlerinden birini de öne çıkarmış ve sahiplenmiş oluyorduk.

Böylece bir tür slogan, bir tür falan değil, örgütlenmeye girişilen kampanya için düpedüz bir slogan ortaya çıkmıştı: “Bu memleket bizim, Nazım bu memleketin.”

Hatırlanacaktır, haftalık soL dergisinin 2 Haziran 2000 tarihli sayısında bir imza metni ve ilk imzacılarının yayımlanmasıyla başlatılıp toplanan imzaların, bugünden tam on sekiz yıl önce,   2001’in 18 Ocak günü teslim edilmesiyle sonuçlandırılan bir kampanya idi bu. Kısaca “Nazım’a vatandaşlık” olarak anılan, ama böyle somut bir talebi ortaya atmanın çok ötesinde boyutlara ulaşması öngörülen ve umulan bir kampanya.

Sadece adıyla bile Türkiye Sosyalist Devrimi’nin çok önemli bir halkası olmuş Sosyalist İktidar Partisi’nin kararıyla başlatılıp o sıralar yalnız İstanbul ve Ankara’da örgütlü Nazım Kültürevi adlı kuruluşların çevresindeki katkı ve çabalarla yürütülmüş bu etkinliğin amaçlarını gerçekleştirme anlamında başarıya ulaştığını, bugünden bakıldığında, belli bir rahatlıkla söylemek mümkün. Mümkün olmasına mümkün de, hemen bir ayraç açıp az önceki “Türkiye Sosyalist Devrimi” kavramlaştırmasının burada ilk kez kullanılmakla birlikte, aydınlatıcı ve yol gösterici olduğunu, dolayısıyla geliştirilme zorunluluğu yerli yerinde dursa da, bundan sonra yeterli  sıklıkta yinelenmesi gerektiğini belirtmekte yarar var.

Ayracı kapatıp sürdürelim.

Biraz önceki “amaçlarını gerçekleştirmiştir” değerlendirmesinin nicel bir göstergesi olarak, kampanya çerçevesinde yürütülen imza toplama işinin 50 bin olarak saptanmış sayısal hedefinin çalışma boyunca 500 bine yükseltilmesini ve bunun gerçekleştirilmesini belirtebiliriz. Elbette, başlangıç hedefi pek mütevazı imiş de ondan, biçiminde burun kıvrılabilir. Olabilir, üstelik böyle bir itiraz tümüyle geçersiz de sayılmaz.

Ancak, buna benzer sayısal hedef ya da göstergelerden kuşkusuz daha önemlisi, çalışmanın ideolojik ve siyasal içeriğiydi. O içeriği yansıtmakta yardımcı olur düşüncesiyle, yaklaşık yirmi yıl önceki yedi sekiz ay süren çalışma boyunca vurgulanan birkaç temayı, şu ya da bu ölçüde tanıklık etmekle birlikte unutmuş olabilecekler ve yaşları dolayısıyla bilmeleri mümkün olmayanlar için yeniden aktarmakta sakınca yok. Daha doğrusu, kolektif bir çalışmadan söz ettiğimize göre, toplam katkıların bir kimyasal özetini çıkarmak gibi külfetli ve başarı şansı belirsiz bir çabaya girişmek yerine bundan çok farklı olmadığını sandığım kendi yazıp söylediklerimi kısaca yineleyebilirim.

Kampanya boyunca ve onu bir çalışma biçimi olarak tamamladıktan sonra da değişik vesilelerle yazıp söylediğimiz başlıca vurgu noktalarından biri şuydu: Nazım’ın yurttaşlığına ihtiyacı olan kendisi, kendisi ölümsüzlüğe uğurlandığına göre, onun adı, anısı ya da mirası değildir. Bizim ihtiyacımız var.

O bütün dünyanın olduğu gibi, belki daha önce, bu ülkenin de yurttaşıdır; yeryüzünün her yanındaki emekçilerin olduğu kadar, belki onlardan önce, bu ülkenin emekçilerinin kardeşi, dostu, yoldaşıdır; onların acılarının, sevinçlerinin, mutluluklarının, öfkelerinin, dövüşmelerinin, sevişmelerinin, doğrularının, yanlışlarının, ölümlerinin, dirimlerinin ozanıdır. Bunu hiçbir şey, hiç kimse değiştiremez.

Onun yurttaşlığına ihtiyaç duyan biziz. Biz, çok sevdiğimiz bu ülkede yaşayanlar ve bu kirli, bu sömürgen, bu baskıcı düzene müstahak olmadığımızı düşünenler ve düşünmekle kalmayıp mücadeleye girişenler. Bizim ihtiyacımız var. 

Böyle diyor ve devam ediyorduk:

İki nedenle  asıl ihtiyaç duyan biziz. Birincisi, hayır demeliyiz, yağma yok, kimsenin öyle bir gücü olamaz. Bu insana yakışmaz, bu köhne düzeni beğenmedi, ona razı olmadı, boyun eğmedi ve onu değiştirmeye yöneldi diye, bunu yazarak, çizerek, söyleyerek, örgütlenerek ortaya koydu diye, kimse kimseyi yurttaşlıktan çıkaramaz. Kimsede böyle bir güç ve yetki olamaz. Bunu haykırmalı ve göstermeliyiz.

İkincisi, severek ve isteyerek bağlandığımız bu ülkede yaşıyor olmaktan utanç duymak bizden uzak durmalıdır. Bunun için de, ülkemizin adının, her türlü rezilliği yaşam biçimi haline getirmiş parababalarının ve onların çetelerinin, eli kanlı katillerinin adıyla değil, aydınlarının, bilginlerinin, sanatçılarının, üreten, yaratan, coşan, eğlenen emekçilerinin adlarıyla anılması gerekir. Bunu gerçekleştirmek uğruna mücadele etmek gerekir.

Böyle konuşup yazarak, şiirler, şarkılar, türküler söyleyerek dolaştık ülkemizi. Nazım bize alan açmış oldu. O alanda onun adıyla, inancıyla, şiirleriyle, mücadelesiyle, hepsinin birden yarattığı saygınlıkla ulaşabildik emekçiye, öğrenciye, aydına, sanatçıya.   

Sonunda beş yüz bin kişinin imzaladığı metnin bir yerinde şöyle deniyordu:

“(…) Nazım’ı parçalara bölmeyen bir bütünlükten söz ediyoruz. Aşkını kavgasından, kavgasını aşkından ayırmayan, sanatını ideolojisinden koparmayan, ‘yoldaş’ı ‘arkadaş’ yapmayan, memleket sevgisiyle enternasyonalizmi bütünleştiren bir kimlikten söz ediyoruz.

Vatandaşlık hakkı derken, onu bu düzene affettirmekten, beğendirmekten ya da onaylatmaktan değil, en doğal hakkını kazanması için verilmesi gereken mücadeleden söz ediyoruz.” 

Burada dile getirilmiş olanlar, bugün geniş bir toplamın isteyerek ya da istemeyerek, sevinerek ya da öfkelenerek kabul ettiği bir gerçekliğin anlatımı durumuna gelmiştir. 

Haftalık soL dergisinin kampanyanın başlayışını duyuran yukarıda andığım sayısında, onun ölüm yıldönümünde  “Şair Baba sen çok yaşa!” başlığını taşıyan bir yazı yazmışım. “Şair baba” Bursa Cezaevinde mahpus yatarlarken kendisini yetiştiren Nazım’a ressam Balaban’ın taktığı isim, biliniyor. O yazıyı Nazım’a seslenen şu satırlarla bitirmişim:

“Seni kimseye bırakmayız. Sen bizim olan ülkenin onurusun. Bizim olan ülkenin yurttaşısın. Senin adını bu ülkenin dağına taşına, sokağına, fabrikasına, tarlasına, salonuna, kütüphanesine, müzesine, üniversitesine yazacağız. Yüreğimize yazdığımız gibi. Söz!”

Sözümüzden dönmüş değiliz, hâlâ geçerliliğini koruyor kuşkusuz.

Ancak, sözümüzü tuttuk işte, diyebilecek noktanın çok uzağındayız daha, esaslı bir gecikmemiz var. Bunu biliyoruz.