Mesut Odman

Hiçbir gerekçe seni inandıramazsa, şu yetecektir: Senin türün azalmaya devam ettikçe, bu memleketin bizim olduğunu söylememiz güçleşiyor, haberin olsun!

Bu kez yenildi

Mesut Odman

Türkiye İşçi Partisi’nin kararıyla 1976-78 yıllarında gerçekleştirilen karşı-plan çalışması başta olmak üzere pek çok ortak iş yaptığımız elli yıllık arkadaşım, dostum, yoldaşım Candan Baysan, bu iyilik ve özveri simgesi, 25 Eylül Çarşamba sabahı aramızdan göçtü. Fazıl’ı da vardı ve biz ona gerektiğinde kullanılmak üzere bir “nam-ı müstear”/takma ad ararken Candan’ı C olarak kısaltmış ve Fazıl C. Sayar demiştik. Öyle ya, sayılarla haşır neşir adama da Sayar adı yakışır ancak.

Dost okurlar bu haftaki yazımı ona ayırmamı, ama yeni bir yazı yazacak durumda olmayışımı hoşgörüyle karşılayacaklardır. Yapabileceğim, eski bir yazının yardımına başvurmaktan öteye gitmiyor, ne yazık! İnsanın elinin kolunun, hepsinden önemlisi aklının bağlandığı durumlar olur, bilmez miyiz?

Candan bundan 15 yıl önce de ölümün şimdikine benzer ağır bir saldırısını yeni savuşturmuşken yine burada, 25 Ekim 2009’da bir yazı yazmıştım. Yardımına başvuracağımı söylediğim yazı, tümünü aşağıda aktardığım o yazıdır. Bunu yaparken, çok az sayıda insanın bildiği bazı ayrıntıları içeren birkaç notu da anlaşılmayı kolaylaştırabileceği düşüncesiyle ekliyorum.

Ama daha önce, unutulmayacak bir anı: Meğer, o zamanki onca ağır ameliyatın ardından, nasıl bulmuşsa, sözünü ettiğim yazının bir çıktısını aldırmış, hastane yatağının yanındaki çekmecede saklıyormuş Candan. Ziyaretine gittiğimde, odasına girer girmez oradan çıkarıp bana göstermiş ve yazının sonuna göndermede bulunarak “Bak, haberim var, görüyorsun!” diye eklemişti. Ne kadar sevinçliydi, anlatamam!

Şimdi yazının kendisi:

Kavga, Hayat, Ölüm

Buraya varacağı belliydi.

Yazmam gereken günün sabahı gelecek, ne yazacağımı bilemez durumda olacaktım. Sabah bitecek, saatler geçecek, tek bir satır bile yazamamış olacaktım.

Öyle oldu.

Oysa, ne çok birikmiş olay vardı. Yıllar önce, Türkiye burjuvazisinin son yarım yüzyılda yetiştirebildiği az çok çaplı sayılabilecek sadece iki politikacı olduğundan söz ederken andığım iki kişiden tombul olanının kendisine o tür nitelemeleri hak ettirmiş şaşırtıcı doğruluktaki saptamalardan biri olan “Politikada bir hafta bile çok uzun zamandır” sözünün gerçekleştiği günlerden geçiyorduk.

Buradaki “şaşırtıcı” sözünün kaçınılmazlığını ayrıca anlatmak için bir ayraç açmak biraz tuhaf görünse bile yapmak zorundayım: Bu sınıfa, seyrek de olsa, olumlu nitelikler yakıştırmak, gerçekçiliğin gereğidir. Ama, burjuvazinin politikacıları dahil olmak üzere her türlü malının mülkünün ve yapıp ettiklerinin gelişkin niteliklerinden söz ederken bu duruma şaşırmamak mümkün değildir. Devrimciler açısından, bu tür saptamalar mutlaka bir şaşkınlığı beraberinde getirmelidir. Böyle olmuyorsa, sadece devrimciliğin değil gerçekçiliğin de zarar gördüğünü düşünmek gerekir.

Yine de, yazmaya oturduğumda, bu tür ayraçlar açarak ayrıntılara girmeyi bile kolaylaştıran günler yaşarken iki satır yazmaya elimin varmayışı, hem yenilmiş olduğumuzu hem de hiç yenilmeyeceğimizi hatırlatan bir üzgünlüğümle ilgilidir.

İşte o olaylar karmaşası içindeki günler geçer, bizim kardeş halklarımız arasında dehşetle öngörülebilen bir düşmanlığın geliştirilmesine yönelik adımlar bilerek ve bilmeyerek, ama hızla ve panik içinde atılırken, yazıp çizecek konu sıkıntısı hiç yok görünürken, üçbeş günlük bir aradan sonra şu birkaç tuşa dokunarak açılan posta kutusuna baktığımda, ne mümkün! “Ulan, gecenin bir yarısı, niye açıyorsun bunu? Hadi uyu bakalım şimdi, uyuyabilirsen!” diye kendi kendine sövüp sayıp ilenmemek ne mümkün!

Şimdi kendi çocuğumuz olanların, sadece onların değil, evlerden ırak, onlardan birkaç yaş daha fazla yaşayıp milletin vekili, memleketin bakanı, alıp satmanın karunu, kırıp dökmenin zalimi ve daha bir yığın mertebenin erişmişi olanın ana rahmine düşmesinden önceki bir zamandan beri birlikte irili ufaklı işler yaptığım, günler geceler geçirdiğim, bildiklerimi bilmediklerimi, sevdiklerimi sevmediklerimi, umutlarımı, hayallerimi, barışmalarımı savaşmalarımı paylaştığım dostlarımdan biri işte. Bir iki hafta öncesine kadar, hiçbir işaret, işaret değilse de, haber, uyarı şu bu yokken, sözgelimi, şu çirkin Ankara kentinin kendinden çirkin Bahçelievler denilen mahallesinde, ne bahçesi ne evi, en alçak yerinde bizden koparıp götürdükleri kardeşlerimizin mezarı başında, 8 Ekim’de hiç de bir ağrısı sızısı yokken, nasıl bir ne’lik, kahpelik mi demeli, daha düzgünü gelmiyor şimdi aklıma, nasıl bir kahpe dünya böyle!

Biz bir sürü şeyi birlikte öğrenmedik mi hocam? Yazıp çizmeyi, akıl erdirmeyi, sevmeyi nefret etmeyi, kavgayı dövüşü, gereklisini gereksizini hem de, düş kurmayı, düş kurmayı bilmeyenlerle dalga geçmeyi…

En yararsız görünen işleri, biz öyle görmüyoruz diyerek, sonuna kadar götürmeyi, bu uğurda geceyi gündüze katmayı, geceyi gündüze katarken gecenin de gündüzün de tadını çıkarmayı…

Sen değil miydin en güç zamanımızda her türlü yardıma koşan, para pul, hesap kitap, istatistik mistatistik, yazı çizi, ne desek yetiştiren? Pek kısa sürmüş askeriye günlerinde bile sözünü sakınmazlığıyla nam salan…1 Aradan yıllar geçip köprülerin altından sular seller aktıktan sonra da “Hadi bakalım hocam, bir kez daha!” demeye kalmadan koşturup gelen…2

Yok öyle çekip gitmek! Daha yapacak çok işimiz var. Hiçbir iş vermeseler, biz yapacak iş buluruz. Sözün gelişi, çoluk çocuğa onların hiç bilmedikleri, bilme şansını da bulamayacakları ne varsa, anlatır dururuz. Durmayız da üstelik, gece yarısı oldu mu, tıpkı çok eskiden işimiz başımızdan aşmışken yaptığımız gibi, kalkar o iki sokağın kesiştiği köşeyi olmasa da, ona benzer bir yeri bulur, 35 yıl önceki o sebatkâr serseriyi değilse de onun soyundan bir başka gezgin satıcıyı gözümüze kestirir, çeyrek ekmek arası kokoreçlerimizi götürürüz.3 Onun soyundan olmasını aramamız şundandır: Bize biraz torpilli kesmesi şartımızdır. Ayrıca, memleketimiz medeniyet dünyasına4 girdiğinde hiç kesemeyeceğini hatırlattığımızda, torpili biraz daha çoğaltmamız mümkün olacaktır.

Zaten senin de çekip gitmek gibi bir niyetin yok, farkındayım.

Hiçbir gerekçe seni inandıramazsa, şu yetecektir: Senin türün azalmaya devam ettikçe, bu memleketin bizim olduğunu söylememiz güçleşiyor, haberin olsun!

  • 1İlk kısa dönem yedek subaylık uygulamasında başından geçen şöyle bir olay vardır: Artık bölük komutanı mıydı, kim idiyse, sabah toplanmasında fırçanın dozunu kaçırıp ağzını bozduktan sonra arkasını dönüp giderken yedek subay adaylarından topluca protesto sesleri yükselmiş. Komutan dönüp “Kimler söyledi, mertse çıksın!” diye efelenince de kimseden çıt çıkmamış. Bunun üzerine bizim Candan tek başına bir adım öne atıp “Ben söyledim!” demiş. Bu diklenmenin karşılığı ise, nasıl az rastlanır bir insansa o komutan, üç beş günlük izin olmuş. Candan da kalkıp Ankara’ya geldiydi.
  • 2Eylül 2001’de oluşturduğumuz “Sol Meclis”e bizim çağrımız üzerine katılıp bir süre görev yapmasına göndermede bulunuyorum.
  • 3Plan çalışması günlerimizde, daha doğrusu, gecelerimizde, Ankara Konur Sokak’taki Yürüyüş dergisi bürosunda çalışırken, vakit gece yarısını bulduğunda, bir alttaki Karanfil Sokak köşesine tezgâh açmayı adet edinmiş kokoreç satıcısını bulup enerjimizi tazeleme alışkanlığı edinmiştik.
  • 4Buradaki “medeniyet dünyası” AB oluyor! O sıralar bu tür bize özgü lezzetlerin oralara katılırsak yasaklanacağı konuşuluyordu.