Bu düzen ondurmaz

Türkü müydü şarkı mıydı, orada acı acı haykırıldığı gibi “ Bozuk, bu dünyanın düzeni bozuk”. Tamam, bozuk da, ne kahpe feleğin eseri bu durum, ne hem işi bilmez hem çalıp çırpıcı kimselerin suyun başında olmalarından ne de aslında pek iyi ve pek akılcı olan kurallarının çarpıklaştırılmasından ileri geliyor.

Kemal Okuyan geçenlerde bu kapitalizm dediğimiz düzenin hiçbir sorunu çözemediğini  anlatırken, artık trafik sorununu bile çözemez durumda, diyordu. Aşağı yukarı bu sözlerle… Buradan yola çıkarak biraz sürdürebiliriz.

“Artık hiçbir sorunu çözemeyecek durumda” dediğimizde, bu “artık” sözcüğü yanlış anlaşılmamalı. Sanki, bir zamanlar çözebilirmiş de, git gide, çözemez olmuş…

Öyle anlaşılmamalı; çünkü, sorunların çözümü için “teknik” yeterliliğin yanı sıra, ondan da önce gerekli olan, tanımda ortaklaşmaktır. Şöyle de söylenebilir: Bir toplumda herkesin sorun olarak gördüğü konular aynı değildir; kimileri için için can yakıcı sorun olan, kimileri için gündemde bile yer bulamayabilir. Buradaki  “herkes” sözcüğünü de “her sınıf” olarak değiştirmek doğru olur.

Trafik sorununu bile çözemez derken kullanılan “bile” sözcüğü ise bana yerli yerinde görünüyor. İki nedenle: Birincisi, bu hemen hemen herkes için gerçek bir sorun durumunda. İkincisi, buna karşılık, kapitalizmin çözmek bir yana bu sorunu günden güne içinden çıkılmaz duruma getirdiğini ülke farkı olmaksızın bütün büyük kentliler yaşayarak anlıyoruz. Kısacası, herkese her gün yaka silktiren bir sorun var ortada ve düzen buna ilişkin bir çözüm bulamıyor. Bulamıyor; çünkü, etkili ve kalıcı olabilecek çözümler düzenin başka ayarlarını bozuyor, onun açısından yaşamsal önem taşıyan başka etkenler bu tür çözümlerin karşısına çıkıyor.

Aslında, bir bakıma, gerçekten de her sınıftan insan için şu ya da bu şiddette söz konusu olan bu sorunun çözümsüz bırakılmadığı ileri sürülebilir. Şu anlamda: Herkes kendine göre bir çözüm bulur. Kapitalizmin özünde de bu yok mudur zaten? Herkes kendi çıkışını bulacak; her koyun kendi bacağından asılacak; yolunu bulup ayakta kalabilen devam edecek, çaresizliğe düşen kaderine küsecek, vb.

Yıllar önceydi, ta seksenlerin başları…İstanbul’un Rumeli yakasında, Çerkezköy taraflarında bir araştırma yapıyoruz. Patronlarla ve üst düzey yöneticilerle görüşüyoruz. Konu trafik falan değil elbette, ama iş sohbete döküldüğünde, biz dışarıdan gelen araştırmacıların hemen fark ettiğimiz, onlarınsa her gün yaşadıkları berbat  trafik gündeme geliyor. Artık İstanbul’a gidip gelmek için helikopter kullanmaya başladıklarını, hatta helikopter dolmuşların ortaya çıktığını anlatmışlardı. İnanmakta güçlük çektiğimizi ele veren bakışlarla dinlediğimizi hatırlıyorum.

Buna sorunun patron çözümü diyelim. Bu çözümün devreye sokuluşunu işitmemizden birkaç yıl sonra olmalı, yüksek ücretli emekçilerin çözümü denebilecek bir başkasından da haberimiz oldu. Sorunun en yakıcı biçimde yaşandığı kent İstanbul olduğuna göre, bu çözümün ortaya çıktığı yerin de İstanbul olması doğal karşılanmalı. Yine benzer çalışmalarımız sırasında dostluk kurduğumuz emekçilerin sözünü ettikleri çözüm şöyleydi: Normal işgününün bitiminde, trafikte saatlerce bekleyerek günün yoğunluğuna yeni ve bambaşka bir yorgunluk katmamak için, birkaç saatliğine yakınlardaki meyhanelerden, barlardan birine “takılıyorlar”, iki tek atıp “günün stresinden kurtulmaya” çalıştıktan sonra az çok gevşemiş bir trafikte evlerinin yolunu tutma şansını buluyorlardı. Bu çözümü anlatırken şunu da eklemeyi ihmal etmiyorlardı: “Şimdiden akşamcı olduk olmasına da, bari alkolizme kadar vardırmasaydık işi!”

Onlarla şu konulara da girmiş miydik, emin değilim: Kapitalizmin geçen yüzyılın ilk yarısında insanlara sunduğu, onların hayatlarında esaslı değişikliğe yol açan iki tüketim malından biri ve ilki, otomobildi. Yalnız binek otomobillerinin değil çok çeşitli kara taşıtlarının da seri üretimiyle bunların üzerinde gidip gelecekleri yollara, köprülere, tünellere, alt-üst geçitlere, yollar boyunca türlü hizmetlerin sunulmasına ihtiyaç doğdu. Otomotiv sektörü, ileri ve geri bağlantılarıyla, kapitalist sanayide merkezi bir önem kazandı. Öte yandan, otomobil sahipliği bir refah göstergesi olarak belletildi; yanıltıcı bir göstergeydi kuşkusuz. Sözgelimi, geçen günlerin birinde, şu andaki cumhurbaşkanı ve yeni cumhurbaşkanı adayı, övünerek, 2002’de 91 bin otomobil satılırken 2017’de bu sayının 723 bine yükseldiğini söylüyordu. Demek, devr-i iktidarlarında, yollara dökülen otomobilin haddi hesabı yok, dense yeridir. Başka taşıtları da eklersek, “Buna ne yol yeter, ne köprü, ne şu ne bu, ne de trafik dayanır!” demekten başka çare kalıyor mu?    

O dolgun ücretli emekçilerle ne konuştuğumuzun ayrıntılarını bir kenara bırakıp, sıradan emekçilere sunulan çözümü ise yazmaya gerek var mı, bilmem: Balık istifi otobüslerde, minibüslerde, trenlerde işe gidişlerde ve işten çıkışlarda adım adım ilerleyerek saatlerce süren yolculuklar. Gidilip gelinecek bir iş varsa elbette…

Bunları yazıp giderken iki şey takılıyor aklıma. Biri, o sıralar Boğaz’ın üzerinde daha tek bir köprü olduğu. Öbürü, şimdi iki köprü daha eklenmişken ve trafik büsbütün düğümlenmişken, on altı yıllık iktidarının sonundaki cumhurbaşkanı adayının karşısına düzen içinden çıkarılan adayın konuşması: Yaptığın köprüler için teşekkür ederiz ama, sen kaça mal ettiğinden haber ver, deyişi. Ayrıca, ben senden daha fazlasını yaparım, üstelik daha da ucuza, diye ekleyişi.

Bu atışmada da üzerinde durmak gereken iki nokta var: İlki, sanki sırtlarında taş taşıyıp yapmışlar o köprüleri möprüleri…Öyle bir anlatım, öyle bir böbürlenme… Şimdi gel de bir kez daha hatırlama Brecht’in ünlü “Okumuş Bir İşçinin Soruları” şiirini! İşte birkaç dize oradan: “Yedi kapılı Teb şehrini kuran kim?/ Kitaplar yalnız kralların adını yazar./ Yoksa kayaları taşıyan krallar mı?/ Bir de Babil varmış boyuna yıkılan,/ kim yapmış Babil’i her seferinde? Yapı işçileri hangi evinde oturmuşlar/ altınlar içinde yüzen Lima’nın/ (…) Kitapların her sayfasında bir zafer yazılı./ Ama pişiren kimler zafer aşını?/ Her adımda fırt demiş fırlamış bir büyük adam./ Ama ödeyen kimler harcanan paraları?”  

Takılmak gereken noktaların ikincisi, buradaki konumuzla daha doğrudan ilintili. O köprüleri niye yaptırıyor bu efendiler? İnsanlar bir yerden bir yere giderlerken, onların kullanacakları çeşitli ürünler üretim yerlerinden kullanım yerlerine taşınıp götürülürken karşılaşılacak engeller olabildiğince kısa sürede ve kolaylıkla aşılabilsin diyedir herhalde… Aklın dediği bu olmalı.

Peki, sonuçta öyle mi oluyor?

Ülkemizin, devrimcileri, sosyalistleri, aklı başında solcuları, İstanbul Boğazı’nın üzerine daha ilk köprü yapılmadan ısrarla karşı çıkmışlardı. “Yapmayın, etmeyin, bu yolla ne insanlar ne yükler gidecekleri yerlere daha çabuk, daha kolay gidebilirler. Köprü yapmakla başa çıkamazsınız. Birini yaparsın, öbürü gerekir. Onu yaparsın, sonrakine ihtiyaç doğar.” Bunlara benzer akıl ve bilgi ürünü itirazları bıkıp usanmadan dillendirmişlerdi. Her yerde, her fırsatta…

Örnek olsun, tiyatrocular da işin içindeydi. “Sokak tiyatrosu”nu ülkemize ve halkımıza tanıtan, daha doğrusu hatırlatan diyelim,  Devrim için Hareket Tiyatrosu’nun ilk iki oyunu “Köprü” ve “Grev” adlarını taşıyordu, belleğim beni yanıltmıyorsa. Bunlardan ilki, açılışı cumhuriyetin ellinci yılına denk getirilen ilk boğaz köprüsünün yapılışına karşı çıkıyor ve aklı başında, yurtsever solcularımızın öne sürdükleri, yukarıda özetlediğimize benzer gerekçeleri sergiliyordu.

Yanılıp şaşırıp bu satırları bir devlet ve hükümet büyüğü okuyacak olsa, “Ey nankör muharrir, madem böyle kadir kıymet bilmezlik ediyorsun, sıkıysa geç bakalım benim köprülerimden!” der mi acaba?

Daha fazla uzatmadan, kıssadan hisseyi de yazıp bitirelim. Aslında, başlıkta yarısını yazmıştık. Şimdi tamamlayalım: Bu düzen ondurmaz öldürür; öldürmezse, süründürür.