Bu dünyadan onlar geçtiler…

Benim bir yoldaşım var; pek öyle mektep medrese görmemiştir. Ama girip çıkılmadık üniversite, sıra sıra dizilmedik diploma bırakmamış nicelerini cebinden çıkarır; çünkü, “Sosyalizm Okulu”nda eğitim görmüştür, hâlâ da oranın öğrencisidir. Hepimiz orada öğrenci  değil miyiz? Mezuniyetin de diplomanın da söz konusu olmadığı tek okuldur, dersek, çok mu abartmış oluruz acaba?

O okulun arka kapıdan kovulmak istemeyen bütün öğrencileri gibi de okumaya meraklıdır arkadaşım. Bir ay kadar oluyor, “Abi, senin çok seveceğin kesin, ayrıca yazarını da tanırsın.” diyerek bana bir kitaptan söz etmişti. Aynı gün bir kitapçıya uğrayıp almıştık; epeydir, hastalıktı şuydu buydu derken doğru dürüst kitapçı bile dolaşamıyorum, görmemişim.

Kitabın adı “Sinança”, yazarı Şirin Cemgil.

Görmesine görmemişim de, alıp okuduktan sonra, bir tanıtma yazısı için uygun bir vesile de bulamadım doğrusu. Yayımlanalı çok olmuş, birinci basımının tarihi Ekim 2015 olarak verilmişti. Neredeyse bir yıl geçmiş üzerinden, kim bilir kaç kez tanıtılmış, yazılmıştır…

Kitabın konusunu oluşturan insanın doğduğu ay olan Kasıma daha çok vardı, öldürüldüğü ay olan Mayıs da geride kalmıştı. Öte yandan, kitap ya da yazarı ile ilgili herhangi bir tartışma da, en azından benim bildiğim kadarıyla, söz konusu değildi.

Ama bunların ne önemi olabilir, onlardan söz etmek için ille de “uygun” bir vesile mi olması gerekir! Böyle dedim ve, der demez, yıllar önce “Şirin” başlığını taşıyan bir yazı yazdığımı hatırladım. Aradım: Onun ölüm haberini aldığımda, yedi yıl önce yazmışım; yine burada, 26 Nisan 2009’da yayımlanmış.

* * *

O görüntüyü anlatmalıyım sadece. O kadarı yeter.

Bizim fakültede bir Hasan vardı, hem de Sosyalist Fikir Kulübü üyesi. Bir gün, bizim orada değil, Mimarlık kantini diye mi anlatmışlardı, o taraflara uğradığında bir gazoz açtırmış. Üniversiteli gençler, o sıralar yeni kurulmuş ve, ismiyle müsemma, kitle gösterilerini bastırmak üzere kullanılmaya başlamış "Toplum Polisi" görevlilerinin kılık kıyafetine benzeterek, nasıl benzettilerse artık, onlara bu gazozun adını takmışlardı. Meyveli olduğu iddia edilen sarı renkli bir gazoz. "Promosyon" yapıyor; o zamanlar bu söz kullanılmıyor ya, her neyse, hediye dağıtıyor. Bizim Hasan o gazozdan almış bir tane, kapağının da tersini çevirip kavlatmış çay kaşığının sapıyla, bir de ne görsün: Büyük ikramiye! Zaten onun bir vosvosu vardı da, bu yenisini kendine alıp, kendindekini bizim Öğrenci Birliği'nin işlerine mi tahsis etmişti, iyice hatırlamıyorum da, böyle anlatıldıydı galiba.

O kaplumbağa ile çocuklar yola çıkmışlardı. Antalya'nın Elmalı'sında, yıllardan 1968, ilkbahar, köylüler toprak işgalleri falan yapmaya başlamışlar devrimci gençlik onların yanında olmalı elbet. Oraya gidiyorlar. Arabayı devirmişler daha yolu yarılamadan, yaralanmışlar. İçlerinden Can Savran, Öğrenci Birliği ikinci başkanı, ağır yaralı; o kampusun güney tarafındaydı, mühendislikte, hangisi, maden miydi, biz kuzey ucundaydık, sonra o daha kıdemli öğrenci, biz geleli daha bir yıl dolmamış; ama Öğrenci Birliği, Fikir Kulübü falan bir muhabbetimiz var kuşkusuz.

Çok geçmeden ölüm haberi geldiydi Can'ın.

Onun üniversitedeki cenaze törenindeydi, diye hatırlıyorum. O şimdi çok uzak görünen yıllardan kalmış ve çok net görüntülerden biridir belleğimde. Görüntü çok net olmakla birlikte, Can'ın ölümünde yaptığımız toplantı mıydı, çok emin değilim. Şirin'in omzuna başımı dayamış hüngür hüngür ağlıyorum. O da beni teselli etmeye çalışıyor; bizim kız kardeşimiz, ablamız zaten. Teselli sözleri, aşağı yukarı, şöyle: Ağlama canım, niye ağlıyorsun? Ağlanacak gün mü bugün? Bak, yendik işte onları!

Yendik, dediği, Vietnam Savaşı ile ilgiliydi. Bundan eminim. Ama, hangi somut olaydı acaba? Yakın tarih bilgimize başvurmak gerekiyor, kitaplara belki de. Herhalde, ABD Başkanı Lyndon Johnson kuzeye yaptıkları hava saldırılarını durdurmak zorunda kalarak bunu açıklamış, ayrıca, yaklaşan başkanlık seçimlerinde aday olmayacağını da ilan etmişti, o olmalı. Hem Amerikan savaş mekanizmasının geri adım atmak zorunda kalması, hem de kişisel olarak kendisinin yenilgiyi kabullenmesi anlamına geliyordu.

Şirin, Sinan'ın nişanlısıydı o sırada. "Nişanlısı" derdik, "sevgilisi" diyecek kadar Batılılaşmış değildik daha. Demezdik de aslında, aklımızdan öyle geçirirdik. Hukuk'ta okuyordu, şehirde. Sinan'ı ziyarete geldiği de olurdu, bizim üniversitede düzenlediğimiz etkinliklere katılmak üzere geldiği de. Partide karşılaşırdık ayrıca; hepimiz aynı Partideydik o zamanlar. Eylemlerde, toplantılarda... Dostumuz, arkadaşımız, yoldaşımız. Bir de, Sinan'ın nişanlısı. Onun gibi, Ruhi Baba'nın türkülerini hepimizden iyi söyler. Peki, ikisinden hangisi daha güzel söylerdi? Bilemem.

Sinan dediğim, bizim Sinan işte, Sinan Cemgil. Sağken de çok sevdiğimiz ama ölümünden sonra aziz mertebesine yükselttiğimiz, bunun sorgulanmasına da hiç dayanamadığımız Sinan.

Sorgulamayız ve sorgulayanlardan hiç hoşlanmayız. Keşke insanların bütün aziz belledikleri onun gibi olsaydı!

Şirin de mi ölmüş?

Halkımız "sıralı ölüm" bekler. Öyle olduğuna inanırsa, isyankâr olmaz. Hiç denetleyemediği, hiç dizginleyemediği, hatta hiç anlayamadığı doğanın ve toplumun kör güçlerine karşı hep ezildiğinden, sırayı bozan ölümleri katlanılamayacak kadar ezici bulur. Sıralısı için duacı olur.

Hayır, bu sıralı ölüm değildi! Sinan'dan kalan alacağı vardı daha onun.

Aradan kırk yıl geçmişken, pek çoğumuzun tamamlama şansı bulamadığı bir ömür kadar uzun o süre boyunca bir kez bile görmediği, hiç haberleşemediği bir arkadaşının ölüm haberini aldığında, bu kadar üzülür mü insan?

Ya da, böyle bir üzülmek görülmüş müdür?

Yahut, bizim soyumuz nerden gelmiş nereye gitmektedir?

Sorup durmaktayız, Şirin. Sora sora bulacağız.

Sen şimdi selam götür bizden. Tek tek her birimizden ve hepimizden.

* * *

İster hemen okusun ister daha sonra her devrimcinin elinde, evinde, kolayca bulabileceği bir yerde bulundurması gerektiğini düşündüğüm bu kitabın nasıl bir insanı anlattığını gösterebilecek bir alıntı vermekle yetineceğim. Bacağından ameliyat olmuş ve bir an önce iyileşip Ankara’ya, “kavganın içine” dönmeyi bekleyen Sinan, Nurhak’ta vurulup düşmesinden 39 ay kadar önce, 25 Şubat 1968’de Şirin’e İstanbul’dan gönderdiği bir mektupta şunları yazmış:

“Bu olaylar çok doğal aslında. Saldıracak elbette sırtlanlar bize. Tarih önünde hesaplarını görmeye çıkmışız çünkü. Mutlaka da göreceğiz. Savaşımız hiç de kolay olmayacak. Emperyalistlerle savaşıyoruz çünkü, önümüzde şimdilik maşaları var. Çok soğukkanlı ve örgütlü olmamız gerekiyor. Bu bize tarihin yüklediği bir sorumluluk. Parti saflarımızı iyice sıklaştırıp kendimizi bir güzel bilemeliyiz savaşa. Objektif koşullar bizim lehimize.”

Bu paragrafın hemen öncesinde ise şu satırlar var:

“Zor sabrediyorum. Yüreğimiz serin olmalı biliyorum. Bir de kavganın dışında kalmanın ne demek olduğunu biliyorum. Ancak kavganın içinde olmakla özgür ve mutlu olabiliriz.”

İşte bu, Sinan: ancak kavganın içinde özgür ve mutlu olan.

Devrimci bir kadının hiçbir anlatıma sığmayan büyük sevdasının gözüyle Sinan’ın çevresinde dönüyor kitap. Mekân esas olarak Ankara: Altmışlı yıllarda ve özellikle ikinci yarısında, Kızılay, Cebeci, Anıttepe, Kavaklıdere, ODTÜ, Siyasal, Hukuk, oralardaki öğrenci yurtları… Devrimci üniversiteliler, TİP’liler, sıradan insanlar… Sinan’ın yakınları, Şirin’in yakınları… Çoktan ölüp gitmiş olanlar, yeni göçmüş olanlar, Sinanlar, Hüseyinler, Mahirler…

Kimileriyle son derece kısa sürmüş bile olsa çok yakın olabildiğim, kimileriyle yakınlığımın merhabalaşma düzeyinde kaldığı, kimileriyle ise o kadar bile yakınlık kuramadığım o insanlar bu dünyadan geçmiş olmasaydılar, biz bugün neler yapıyor, nasıl yaşıyor olurduk acaba? Yenileyip geliştirdiğimiz  hedeflerimiz, beklentilerimiz, hayallerimiz olur muydu ya da neler olurdu?

Şu son satırlar aşırı ölçüde duygusal bulunabilir. Doğrudur. Çok da itiraz etmem.

Ama şimdi yazacağım cümlenin duyguyla muyguyla bir ilgisi yok, apaçık bir gerçeğin çok yalın  anlatımı:

Bir Sinan Cemgil fırtına gibi gelip geçmiş olmasaydı bizim de yaşadığımız bu dünyada içimizden, bugün ülkemizde yaşayan ve ülkemizde doğup da başka yerlerde yaşamayı sürdürenler arasında Sinan adını taşıyanların sayısı çok daha az olurdu.

Bir de şu: Bizim SFK’nın Sinan’dan sonraki başkanlarından, ölmeseydi birlikte yargılanacakları arkadaşlarından Atilla Keskin, kısa bir önsöz yazmış kitaba. Son cümlesi şöyle: “Yüreğiniz kaldırır, gözyaşlarınızı tutabilirseniz sosyalist bir duruşun insana verdiği direnci okuyacaksınız bu kitapta.”

Atilla yanılmış bence; gözyaşlarınızı tutmanız gerekmiyor, silerek de okuyabiliyorsunuz.


Not: Kitap çalışmalarımın sonu gelmez, verimsiz bir söylenceye dönüşmesini önleyebilmek için buradaki yazılarımın sıklığından ve düzenliliğinden, bir süre, ödün vermem gerekiyor. Bunun anlamı, haftada bir olarak belirlenmiş yazı sıklığının, zaman zaman, birkaç haftada bire kadar azalabilmesi olacak. Okur dostların anlayışla karşılayacaklarını umuyorum.