Bu da oldu…

Bu kısacık cümleyi ne çok kurmuşuzdur.

Küçük bir kısmı bana ulaşan, çoğu da ulaşmasa bile ulaşanlardakiyle çakıştığını sandığım, sözü daha en başta uzatıp şu hız ve zaman yetmezliği çağında biçare okurun hakkına tecavüz ettiğim eleştirilerini dikkate alarak hemen yazayım. Yazayım ki, ilgi duymayan bundan sonrasını okumasın.

Efendim, bu yazıda, kişi olarak tanıdığımız tanımadığımız birçok devrimciden sonra, Marx ile Engels’in de ne büyük demokrasi sevdalıları ve savaşçıları olduğuna ilişkin çok yeni tanık olduğum bir iddiaya değinecek ve, büyük bir olasılıkla, değinmeyle yetinmeyip daha sonra da devam etmek niyetiyle tamamlayacağım. Ömrünün son birkaç onyılı boyunca “demokrasi”nin, hem emekçi kitlelerin gözünde hem sosyalizm mücadelesi açısından, kirlenmiş bir sözcük ve bu kirlenmenin geçmişinin çok uzun olduğunu anlatmayı yazıcılık işinin başlıca amaçları arasında düşünmüş biri için, yeterince bıktırıcı görünüyor.

Yeniden başlığa dönebiliriz: Evet, öyledir, başlıktaki kısacık cümleyi ne çok kurmuşuzdur. Hatta, kimileyin, başta bir de “sonunda” sözcüğü olur: “Sonunda bu da oldu.” Aslında, olsa da olmasa da, bu anlam içerilmiş durumdadır: Hiç ihtimal vermediğimiz neler neler oldu, ama hepsine tuz biber ekmek üzere, sonunda bu da oldu.

Sık sık söyleyip durmuşuzdur.

Pek çok kez şaşkınlığımızı anlatmak için… Şaşırmakla birlikte, içinde bulunduğumuz ruh durumunun farkına varamadığımızda, yenildik mi ezildik mi yıkıldık mı galip sayılır bu yolda mağlup mu olduk bilemediğimizde… Kendimiz pek güzel akıl erdirmekle yahut erdirdiğimizi sanmakla birlikte büyük bir çoğunluğun nasıl olup da zerre kadar anlamayarak böyle andavallık ettiği sorusu karşısında apışıp kaldığımızda…

İşte, buna benzer birçok durumda…

Bir de, başlıkta olduğu gibi, izleyen birçok satırı da “…” ile, açılımını yazarsak, üç nokta ile tamamladığımızda. Yazım kılavuzları ne derse desin, adı üstünde onların ciddiye alınabilir olanlarına ihtiyacımız tartışılmaz olmakla birlikte, dilin kendisi bu tür kuralların dışında gelişir. Örnek olsun, bu noktalama işaretinin “daha söylenecek çok söz var da, şimdilik burada bırakalım, ileride döner, söyleriz” anlamını taşıdığını, aşağı yukarı böyle olduğunu ileri sürebiliriz. “İleri sürebiliriz” derken, basbayağı alçak gönüllülük gösterdiğimi sanıyorum bizim ileri sürdüğümüz bir “şey” değildir bu, dil böyle gelişir ve kurallar arkadan gelir sadece yeni oluşan kurallar değil, epeydir oluşup yerleşmiş olanlar bile…

Az önce, kişi olarak tanıdığımız tanımadığımız birçok devrimciden sonra, diye bir söz söyledik. Ardından da demokrasiyle haşır neşir hale getirmekte sıranın kurucu babalara geldiğine ilişkin bir kaygımızı dile getirdik. Böyle deyince, benim hemen aklıma gelenlerden biri, bizim çocuklarla ve onlara ithaf edilmiş bir şiirle ilgilidir. Şiir dediysem benim tarafımdan yazılmıştır ve, şiire belki de hak ettiğinden daha büyük bir önem vermek suretiyle, isteyen, ne ulan bu, bunun şiirle ne ilgisi var, da diyebilir.

Buna karşılık, şiir mi şiirimsi mi tartışmasında bu kadar geniş olmakla birlikte, bizim çocuklarla ilgili en küçük bir tartışmaya açık olmadığımı belirtmem gerekir. İlkin, “bizim çocuklar” dememin nereden çıktığı: Deniz’le bir merhabam vardı sadece, bizim yurtlarda konuk olduğu sıralardan kalma… Yusuf, aynı okulun öğrencisi ve aynı fikir kulübünün üyesi olduğum bir çocuktu. Hüseyin ise, kim bilir kaç kez yazıp söylemişimdir, sadece sınıf arkadaşım değil, hem girip dinlemeye değer bulduğumuz hocaların derslerinde hem de meşru bir yardımlaşma imkânı olabilir düşüncesiyle sınavlarda yan yana oturmaya çalıştığımız ve başka pek çok yaşantıları da paylaştığım bir çocuktu.

Çocuk?

Şimdi biz, hepimiz, çok yaşlandık ve onlar bizim çocuklarımız, hatta küçük çocuklarımız yaşında oldular. Çocuk diye anmam ondandır.

Bu demokrasi savaşçısı olma hikâyesi bizim çocukların adına çok yazılmış, neyse ve ne kadarsa günahları, çok daha fazlasıyla başlarına sardırılmıştır. Onlardan birinde, on altı yıl önceki ölüm yıldönümlerinde, dayanamamış ve başlığını da üçünün adlarının alışılmış sıralanışını kendi kişisel yakınlıklarıma göre değiştirerek şöyle bir şiir yazmıştım. Ama, dedim ya, ulan bu ne biçim şiir diyenler olursa, onları da dinleyebilirim.

Hüseyin Yusuf Deniz

kaç mayıs geçti çocuklar ben yaşlandım
sizin babanız yaşında oldum
pırıl pırıl bir gündü bugün ne çok ölülerimiz oldu
demokrasi savaşçısı da ilan edildiniz ya aldırmayın
ama ben öfkelendim bir yığın küfür savurdum
gazeteden kestim resminizi bir kartona yapıştırdım
altına da darağacında söylediklerini yazdım hüseyin’in
sıra arkadaşımdı
onu ayırdığımdan değil kusura kalmayın
ondördünü süren oğluma armağan ettim

şimdi duruyor masasında armağanım
hiç inanamadığı tarih kitaplarına dayanmış
anılmanın en güzeli böyledir
doğrulandınız işte o durmadan büyüyen çocuklar sizinledir

Yeniden başa dönersek, Marx ile Engels’e demokrasi savaşçıları payesini verdiğini bu yazıyı yazdığım gün gazetedeki ilanından öğrendiğim kitabı yayımlayan, benim altmışların ortasındaki Sol Yayınları’nınkine benzer bir işlev gördüğünü düşündüğüm Yordam Kitap. Yayımladıkları kitap, Demokrasi Savaşçıları Olarak Marx ve Engels başlığını taşıyor yazarı ise August H. Nimtz adlı ve herhalde Amerikalı bir akademisyen imiş. Dediğim gibi, yazıya başlarken, kitabı elime alıp karıştırma fırsatını bile bulmuş değildim. Ama daha adıyla beni heyecanlandırdı dolayısıyla, oturup böyle bir yazı yazdım. Elbette, deyiş uygunsa, olumsuz bir heyecan bu. Yayıncı arkadaşları tenzih ediyorum, “reklamın iyisi kötüsü olmaz” biçiminde anlatılan bir düsturdan söz edilir, eğer o geçerliyse, benim bu olumsuz heyecanımın da bir katkısı olacaktır. Şaka bir yana, nasıl ben hemen alıp okumayı planlıyorsam, benim sözüme kulak verecek okurların da aynı işi yapmalarını öneririm. Çok önemli ve ölümcül bulduğum bir yanılgının ileri sürdüğü argümanlardan bazılarını, belki de, şimdiye kadar pek bilmedikleri birkaçını bulabilirler. Zaten, ben de böyle bir beklentiyle alıp okuyacağım. Adının çağrıştırdıklarının ötesinde, dolayısıyla burada değindiklerimin dışında söz söylemek gereği duyduğum yanlar bulursam, bir yazı daha yazmam gerekebilir, kuşkusuz.

Sözün özü, olur a, hepimiz ölümlüyüz, hatalar bizim içindir, gözümüzden kaçmıştır, anlamamışızdır, kavrayamamışızdır Marx ile Engels’in ne yaman demokrasi savaşçıları olduklarını da ben anlamamışımdır. Eğer böyleyse, tamam kardeşim, siz haklısınız, demeye hazırım. Ama, o zaman, öyle bildiğiniz Marx’ınız ve Engels’iniz bizimkilere hiç benzemiyor, sizin olsunlar, demokrasi yolundaki gazanız mübarek olsun, demek de benim hakkımdır.

Hakkımdır çünkü, onlardan ve pek çok başka yoldaş insanın yanı sıra kendi ömrümden öğrendiklerimin başında gelen, önce kendi davamın, kendi sınıfımın savaşçısı olmaktır ve başkalarının davaları peşinde koşanların küçümsenmeyecek birtakım övgüleri hak etmeleri mümkün olmakla birlikte, dünyayı değiştirme gücüne ulaşabildikleri hiç görülmemiştir.

* * *

Bununla birlikte, yazıyı tamamlayıp göndermeden hemen önce, söz konusu kitabı edinme şansım oldu. Hızlıca karıştırabildim. İlk gözüme çarpanlardan biri, adının Türkçeleştirilmesindeki tercihti. Tercih demekte haklı olduğumu sanıyorum çünkü, özgün adı şöyle verilmiş:

Marx and Engels
Their Contribution to Democratic Breakthrough

Demokratik hamle, atılım ya da çıkışa katkıları denebilecekken “demokrasi savaşçıları” demek nasıl bir tercihtir, tartışılabilir. O tartışma sırasında, bu tercih ile ne yazık ki çok yaygınlaşmış demokrasi savaşımı düşkünlüğü ve bu savaşımın bir neferi olma iştiyakı arasında bağ kurmamda herhalde bir fesat aranmayacaktır. Gerçekten yoktur ve ben de öyle bir bağ kurup öfkeli bir heyecana kapılmış olmanın dışında bir suçlamayı kesinlikle kabul etmem.

Marx ile Engels’in gelecek tasarımları ile siyasi demokrasinin bağdaşmadığı varsayımına “cepheden meydan okuma”, o arada, bu iki düşünürün zaman zaman gösterilmek istendiğinin aksine kitap kurdu entelektüeller değil siyasetin tam içinde yer almış mücadele insanları olduklarını kanıtlama türünden savları olan bir kitap bu. O hızlıca karıştırmadan öyle anlıyorum.

Ancak, yine o karıştırmadan anladığım kadarıyla, demokrasi saplantılarından, bu arada, bütün Batılı entelektüeller gibi, haydi bir de terim uyduralım, Stalinofobia’dan ziyadesiyle nasibini almış bir yazarla karşı karşıyayız. Bunu söylemekle haksızlık etmediğimi sanıyorum. Ayrıca, yazarın, Engels’in bir yandan düşünür olarak küçümsenirken bir yandan da Marx’ın yanlış anlaşılmasına yol açtığı ve daha sonraki trajik yanlışlara çanak tuttuğu yolundaki “eleştiri”leri ciddiye almamak türünden belirtilmeye değer, yerinde bir tutumunun olması bile örneğin, bu yargıyı değiştirme gereğini ortaya çıkarmıyor.

Bu kez, bildik atasözünde dikkat çekilip uyarılan, öfkeyle kalkıp zararla oturma durumu olmadı, galiba… Daha doğru bir anlatımla, olmadığını düşünmekle yanılmadığımı sanıyorum.

Umarım, kitabı doğru dürüst okuyup bitirdiğimde de, başlangıçtaki öfkemin bir yanlış tercihin tetiklediği aculluktan öteye gitmediği sonucuna varırım.