Boşuna seçim

Beyhude, diyecektim aslında; sevdiğim, ama çoğu toprak olmuş büyüklerim bu sözcüğü sık sık kullanırlardı. Onlardan öğrenmiş ve alışmışımdır. Ama bu zamane mürtecileri bilip etmeden Osmanlıca bayrağını açtıklarından beri, daha özen gösterir oldum; hele yazının başlığında hiç yakışık almaz, dedim.

Peki, niye beyhude olsun şu yaklaşmakta olan seçimler? Önemine, önem de söz mü, hayat memat meselesi, ölüm dirim konusu olduğuna ilişkin onca dil dökülür, sayısız kanıt getirilirken, nasıl boşuna denebilir?

Bir kez, birkaç cümle önce çoğullaştırdığımız sözcüğü düzeltelim ve yazının başlığındaki doğru kullanıma dönelim; çünkü, sözcüğün çoğulunu söylediğimizde, yapılabilecek bir yığın iş olduğunu çağrıştırıyor. Kuşkusuz, bunların içinde anlamlı işler de bulunabilir. Oysa, sözcüğün tekil olarak kullanımının ilk akla getirdiği, seçmek eylemi oluyor ve iki ay sonra gerçek anlamda bir seçme yapma imkânı ortada görünmüyor.

Buradan devam edebiliriz.

Gerçek anlamda seçme yapma imkânının bulunmayışı, eylemsel ve söylemsel farklılıkların pek önemsiz oluşuna değinmeye hiç gerek kalmadan, gösterilen adaylara bakıldığında bile rahatça anlaşılabiliyor.

Diyelim ki, şu siyasetbilicilerin, anketçilerin, şunların bunların hakkında müthiş bilimsel, görgüsel, karşı çıkılmaz tahliller attırdıkları, şuraya oy verirse şunu demek istemiştir, buraya verirse, aman yanlış anlamayın, asıl amacı o değil şudur, yollu akılları durduracak yorumlara giriştikleri, bütün bunları yaparken de yere göğe koyamadıkları, ferasetine tarif bulamadıkları “kutsal seçmen”in bir örneğisiniz. Belki kendinizden bile daha kutsal sandık ile birkaç dakikalığına da olsa baş başa kalmanıza ise iki aydan daha kısa bir süre kaldı. Eh, sorumluluğunu bilen her kutsal kişi gibi şimdiden önleminizi alıp birkaç gün önce incelemenize sunulan adaylara göz gezdirmeye başlayabilirsiniz. 

Ama her birini ayrı ayrı değerlendirme, o partiden a’yı, bu partiden b’yi alıp yeniden harmanlama şansı yok. Ya şu partiye ya bu partiye ya öteki partiye vereceksin ve bu partilerin  sana en  ehveni şer görüneninde bile elini kırsalar oy atmayacağın isimler olabilir. Öyleyse, isimleri şöyle sıkı bir taramadan geçirmekte yarar var. Hele AKP’den kurtulalım da sonrasına bakarız diyenlerdenseniz ve MHP ile de işiniz yoksa, asırlık ağaç CHP  ve taze fidan HDP arasında bir tercih yapmanın eşiğindeyseniz, Ahmet Çınar’ın geçen hafta, 9 Nisan günü burada yer verilen yazısını dikkatlice okumanızı öneririm. Hatta, o hem eğlenceli hem yol gösterici yazıyı, seçim gününe kadar elinizin altında, en azından aklınızda bulundurmanızda yarar var; kutsal görevinizi yerine getirirken çok işinize yarayabilir.

İsimler bir yana, günlerce süren tantana sonunda uğraşıp didinip bula bula bu isimlerle karşınıza gelen bu partilerden şu asırlık ağaç CHP, küçük bir takdiri olsun hak etmedi mi peki, adaylarının yaklaşık yarısını ön seçim yoluyla belirleyince? Hiç sözü uzatmadan, başka ayrıntıya girmeden, katılım yüzde 50 düzeyinde kaldığına göre, kuşkusuz, hayır. Aday belirleme seçimi önemli bir parti görevi değil mi? Niye katılmamış acaba iki üyeden biri? Umursamadığı için mi, herhangi bir şeyi değiştirmeyeceği için mi, var olmadığı ya da sadece kâğıt üzerinde var olduğu için mi?

Her neyse, ahı gitmiş vahı kalmış, hatta o bile kalmamış cumhuriyetimizin kurucu partisi olduğunu artık pek fazla iddia da etmeyen bu partiyi bırakıp devam edersek, “tek seçici”nin iki dudağının arasından çıkan adaylara mühür basmanın bir serbest seçim olduğu hâlâ ileri sürülebiliyor işte.

Buradan da çıkıp partilerin ille de bir başkan göstermeleri zorunluluğundan iç işleyişlerine kadar her şeye karışan siyasi partiler yasasına gelebiliriz. Oradan geçip halkın vergileri ve başka yollarla soyulmaları ile oluşturulan muazzam kaynakların yine muazzam bir adaletsizlikle düzen partilerine aktarılmasına ulaşabiliriz. Orada da durmayıp açığa çıkarılması mümkün olan ve olmayan yollarla, gizlice aktarılan başka kaynaklara; dev boyutlara ulaşmış “rıza üretim” mekanizmalarına; ayrıca, iktidar partilerinin yasalara bile aldırmadan kullandıkları devlet imkânlarına sözü getirebiliriz. Bu arada, seçim yaklaşırken, partiler arasındaki adaletsiz uygulamaları en çok etkileyebileceği varsayılan üç bakanlığın, içişleri, adalet ve ulaştırma işlerinin başındaki hükümet üyesi bakanların istifa ettirilip yerlerine en az kendileri kadar taraflı kendi müsteşarlarının getirilmesi biçimindeki gülünçlüğü hatırlatabiliriz.

Bunları da bırakıp bu ülkede hükümet edenlerden Avrupa’daki pek seçkin meslektaşlarına kadar her türden demokratın “aşırı” yüksekliğini teslim ettikleri, ama kimsenin ne kadar düşük olursa olsun varlığının bile seçimle gelme, “milli irade” ve benzeri kendi  iddialarını tümüyle geçersizleştirdiği gerçeğini dillendirmeye yanaşmadığı  yüzde 10 seçim barajı ikiyüzlülüğüne değinebiliriz. Bu arada, bugünkü AKP hükümetini kökleştiren 2002 sonrası 5 yıllık dönemin, seçmenlerin yarısının oyunu çöpe atan ve üçte bir oy alanın parlamentoda üçte iki çoğunluğa sahip olmasını sağlayan bir seçimle başladığını ve bunu sağlayanın, kendinden sonraki otuz beş yılın bütün hükümetlerinin herkesçe bilinen atası konumundaki 12 Eylül istibdat rejiminin bir ürünü olduğunu ekleyebiliriz.

En sonunda, hepsini bırakıp, en az 60-70 yıldır, hatta geçen yüzyılın ilk çeyreğinden beri, ne Marksist, ne sosyalist, ne komünist olan, ama az çok etkili olmuş bütün siyaset düşünürleri ile yazarlarının üzerinde birleşebildikleri bir saptamayı dile getirebiliriz: Yasama meclisleri, uzun zamandır, yasaları yapan değil, hazırlanıp önlerine getirilen yasa tasarılarını onaylayan organlar konumundadır. O tasarıların hazırlandıkları yer ise dışarıdadır; ama öyle kökü dışarıda, her musibetin kaynağı, ne olduklarına akıl sır ermez kahrolasıcalar değil, çok belli, çok tanımlı yerlerdir bunlar; tekellerin ofisleridir.

Ancak, şu son cümledeki yer tanımlamasına bir açıklık getirmek gerekir. Tekeller demekle, küçük, orta, irice türü sınırlı büyüklük belirten sıfatlarla anlatılabilecek pek günahsız ve pek zavallı sermaye sınıfı katmanlarını işin dışında bırakmış olmuyoruz. Sadece, sermaye sınıfının bütün bu katmanlarını döve seve, ite kaka, kıra döke çekip çeviren büyük efendilerin konumunu ve gücünü vurgulamış oluyoruz.

Demek, sermaye sınıfının üretilen yasaları mümkün olan en büyük hızla onama fabrikası durumuna gelmiş parlamentoların seçimi, daha doğrusu, oluşturulması ya da yapılması süreci, devrimcilerin kayda değer bir emek zamanı ayırmalarını gerektiren bir uğraş olmaktan çıkalı çok olmuştur. Kuşkusuz, emekçi sınıflar için de böyledir. Ama, önce, devrimcilerin önemli bir çoğunluğunun bunu açıkça kavraması gerekir. Emekçi kitleler içinde yeterli bir çokluğun aynı kavrayışa ulaşması ise biraz daha zaman alacaktır.