Boğulurken düşünmek

İnsan çok zor durumdayken de düşünür mü? Düşünmek dediğim, başına gelenin nereden kaynaklandığını, ne yaparsa kurtulabileceğini, ne yapar ve neleri de yapmazsa kurtulmanın imkânsız olduğunu ya da kurtulmuş görünse bile bunun sahte bir kurtuluş olacağını aklından geçirir mi? Yoksa, önce şu durumdan nasıl olursa olsun bir kurtulayım, sonrasına bakarız, mı der?

Çok yalın bir cümle olarak başlayıp git gide dallanıp budaklanmış bu sorunun yanıtı, genellikle, olumsuz değildir herhalde. Böyle bir soruya, kesinlikle düşünür, biçiminde olmasa bile, en azından, düşünmeye çalışır elbette, biçiminde bir yanıt verilme olasılığının çok da düşük olmadığı söylenebilir.

Peki, sorudaki “çok zor durum”u biraz daha somutlaştırsak ve “boğulurken” ya da “boğulmak üzereyken” biçimine dönüştürsek, olası yanıtlar konusunda az önceki kestirimlerimiz değişir mi?

Herhalde değişir, demek gerekiyor. Ama, sadece ilk bakışta.

Biraz daha üzerinde durulursa, öyle demenin hiç de gerekmediği, aynı yanıtın geçerliliğini koruyacağı sonucuna ulaşılabilir. Boğulayazmışken de düşünmeye çalışır insan; çünkü, kurtulmaya dönük bütün çabası panik halindeki çırpınışlardan ibaret kalırsa, boğulup gitmesi kaçınılmaz olur, meğerki yakınlarda niyet ve becerileri yardım etmeye elverişli birileri bulunsun. O tür bir panik içinde kurtuluş didinmesi bu yazının kapsamı dışındadır; gerçek gündemimize ise, olsa olsa, irdeleyip uzak durma amacıyla girebilmelidir.

Ancak, böylesine güç bir durumdaki düşünme çabasının, daha olağan durumlardakine oranla birtakım farklılıklar göstermesi de doğaldır. Bu farklardan biri, düşünme hızı ve süresi olsa gerektir. Süre, düşünülenleri uygulamak üzere eyleme geçme ile ilgilidir. Şöyle de anlatılabilir: Çok zor durumda olan bir insanın bu durumdan kurtulmak amacı ile düşünmesi ve eyleme geçmesi, kuşkusuz, sıradan durumlara göre çok daha hızlı ve kısa sürede gerçekleşmek zorundadır.

Bir başka fark, ilkiyle de bağlantılı olarak, yeni sonuçlara ulaşmak için, dolayısıyla, yeni yöntemlerle değil, alışılageldiği gibi, ama hızla düşünmek ve geçmişte ulaşılmış bulgulardan yararlanmayı öne çıkarmaktır. Hızla düşünmek, çok kısa sürede sonuca ulaşmak ve hemen uygulamaya geçmek. Başka türlü anlatılırsa, olağan durumlarda olduğu gibi inceden inceye düşünüp taşınmak değil, esas olarak biriktirilmiş düşüncelerin kullanıma sokulmasıyla  kurtuluş eylemini başlatıp sonuçlandırmak…

Söylediklerimizi bir ölçüde somutlaştırabilmek bakımından, Özgür Şen’in bir ay kadar önce burada çıkmış bir yazısından yararlanabiliriz. Özgür o yazısının başlığında,  “Hiçbir şeyin değişmediği bir ülkede Erdoğan'ın gitmesine razı mısınız?” diye soruyor ve devam ediyordu:

“(…) Eğitimde dincileşme, toplumsal hayatın gericileşmesi, AKP iktidarı boyunca çıkmış tüm emek düşmanı yasalar, doğadaki tahribat, kentlerdeki büyük dönüşüm ve daha niceleri... Tüm bunlara alışmış bir toplum var karşımızda. Tüm bunlara alışmış ama Erdoğan'a alışamamış bir toplum...

“Bugün Erdoğan gitse ve hayat tam bugün olduğu gibi devam etse, mesela yeni imam hatip açılmasa ama eskilere de dokunulmasa... Ya da Ramazan'da öğle vakti Türkiye'nin onlarca kentinde bir tane açık lokanta olmasa ancak büyük kentlerdeki bazı yerlerde içki dahi içilebilse... İmamlar bazı hastanelerde sağlık personeli gibi hasta tedavi etmeye devam etse lakin bu her hastaneye yaygınlaştırılmasa... AVM'ler, ormanın içine yapılmış siteler, kentin her yerinden plansız bir şekilde fışkıran gökdelenler dursa ama yenileri de yapılmasa... HES'ler, madenler, doğayı tahrip etmiş bütün işletmeler faaliyetlerine devam etse ancak başka projelerin hayata geçmesine izin verilmese... Öyle değil elbette lakin tüm bunları tek başına Erdoğan yapıyor olsa ve Erdoğan gittiğinde AKP'nin iktidarında yaşadığımız dönüşüm bir düğmeye basılarak o anda dondurulsa... Hatta tüm bunlara ilaveten herkesin dört gözle beklediği ve yine Erdoğan'ın engellediği düşünülen müzakere süreci yeniden başlasa...”

Eklenebilecek pek çok başka saldırı, kötülük, geriye gidiş de var elbette.

Hepsi birden, emekçi insanlar ile onların büyük çoğunluğunu oluşturduğu toplumun hem bugününü hem de geleceğini karartıyor, tehlikeye atıyor, onarılması çok güç ölçülerde kırıp döküyor. Buna karşılık, durumun ne kadar vahim olduğunun hiç farkında olmayanlar bir yana, yine toplumun önemli büyüklükteki bir başka bölümü de bırakalım AKP’yi, sadece Erdoğan’dan kurtulunsa, az çok farkında oldukları kötülüklerden kurtulacaklarını sanıyorlar. Bunlardan kurtulmak için sadece bir kişinin değil, uzun sürmüş bir iktidarın bütünüyle gitmesinin bile tek başına yeterli olmayacağını, ondan sonrasına ve yakılıp yıkılmış bir ülke ve toplumun nasıl yeniden ve bambaşka temeller üstünde yükseltilebileceğine ilişkin herhangi bir plan ya da öngörü kırıntısı bir yana, bir hülyaları bile olmadan, şimdikinden daha kötü sayılmayacak günlere kavuşmak için dua ve bugünlerinin sorumlusu gördüklerine beddua ederek yaşayıp gidiyorlar. Buna yaşamak denebilirse…

O hatırı sayılır büyülükteki kalabalığın eli kalem tutanları ile ağzı laf edenlerine sorulsa, bir olasılık, “Bizi boğmaya uğraşıyorlar, siz neler diyorsunuz; hele boğulmaktan bir kurtaralım kendimizi, gerisini sonra düşünürüz!” diyeceklerdir. Oysa, yıkım öylesine yaygınlık ve derinlik kazanmıştır ki, bırakalım yeniden kuruluşu, yıkıntıların ortadan kaldırılması bile esaslı uğraşları gerektirmektedir. Bunun için, nasıl çoğu zaman olduğu gibi ilk akla gelen doğru değilse, yapılması gerekenleri sıraya koymak ilk akla gelendir ve doğru değildir. Doğru olan, yapılması gerekenleri sıraya koyma üzerinde kafa yormak yerine, yapılması gerekenlerin neler olduğu ve hangi eşgüdüm içinde, nasıl yapılabilecekleri konusunda düşünmektir; düşünme işini en üretken biçimde gerçekleştirmek ve eylemle bütünleştirebilmektir.

Buraya kadar sözü edilen çok kötü durum, bireysel ve kolektif anlamda deneye dayalı olarak dile getirilmiyordu; bir varsayımın olası sonuçları üzerine akıl yürütme denemesiydi. Uzak ya da yakın geçmişte, bırakalım boğulmayı, boğulsak hâlâ ayakta olmazdık, buna benzer bir durumla da karşılaşmış değiliz. Şimdilerde bile öyle sayılmayız. Ülke ve halk olarak, kısa dönemde, böyle bir karşılaşmanın gerçekleşmesini beklemek gerektiğini de sanmıyorum.

Ya uzun dönemde?

“Uzun dönem”in tanımlanmasına hiç girmeden, Lord Keynes’den yardım isteyebiliriz: “Uzun dönemde hepimiz ölmüş olacağız.” O, herhalde, önerdiklerinin uzun dönemdeki geçerliliğini tartışmaktan kaçmak için, böyle bir söz etmiş olmalı.

Bizim de daha ileri boyutlarda bir tartışmadan hiç değilse şimdilik kaçınmak için ondan yardım aldığımız ileri sürülebilir. Ama hepsi o kadar. Yoksa, bizim soyumuzun önerdiklerinden bu yazıya taşınmış bazı esintilerin yanı sıra onların büyük bir bölümünün de geçerliliğinden hiç kuşku duymadığımız besbellidir. Önerdiklerimizin tümünden demeyişimiz ise doğaüstü olaylardan ve güçlerden değil, yeryüzünde olup bitmiş ve olup bitecek olanlardan, insan eliyle yapılanlardan söz ediyor oluşumuzdandır.

Gerçi bütün bunları deli saçması sayıklamalar olarak kabul edip işin içinden sıyrılmak da mümkündür; yukarıda değinilen iyi ve kötü dualarla yaşayanlara uygun bir seçimdir. Ama, o zaman da, Rousseau’nun unutulmaz saptaması gelip damgasını vuracaktır: “Köleler zincirler içinde her şeyi, hatta onlardan kurtulma isteğini bile yitirirler: Köleliklerini sever olurlar (…) İlk köleleri köle yapan kaba güçse, onları kölelikte tutan korkaklıkları olmuştur.”

Önce düşünmekten korkmamayı öğrenmeliyiz. Yapmaktan korkmamak da mutlaka ardından gelir.