Bitişine sevindikleri yüzyıl

Doğrudur, Kemal Okuyan’ın hemen ertesi gün yazdığı gibi, halkını çok önceden hazırlamıştı ölümüne; üstelik sadece kendi halkını değil, dünyanın her yanındaki yoldaşlarıyla dostlarını da. O yüzden, 25 Kasım günü ölüm haberi duyulduğunda, şaşıran olmadı. Üzülenler acılarını yaşadılar, sevinenlerse utanmazlıklarını sergilemiş oldular kim bilir kaçıncı kez. Örnek olsun, benim ilk aklıma gelen, geçen yüzyıldan miras aldığımız son büyük devrimciyi de kaybettik işte, sözleriyle dilime düştü. Kendi kendime mırıldandığım, buna benzer bir cümleydi.

Bir sonraki gün ise Hürriyet gazetesinin çok büyük puntolarla yazılmış ve Fidel’in irili ufaklı fotoğrafları ile Kübalı kaçkınların sevinç gösterilerine ilişkin bir fotoğrafın üstüne basılmış manşetiyle karşılaştık: “Yirminci yüzyıl şimdi bitti”.

Neyse, Amerikalı ve Avrupalı refikleri gibi “bir diktatör daha gitti” türünden rezillikler yapmamışlar hiç değilse, diyesim geldi bir yandan. Ama, öte yandan, üzerinden bir günü aşkın zaman geçmiş ve neredeyse duymayanın kalmadığı bir haberi nasıl bu kadar büyütüp birincil manşet düzeyine çıkarmışlar sorusu ortadaydı. Örtük bir sevinç, yanı sıra bir öğüt yok muydu burada? Kurtulmak istediğimiz bir yüzyılı nihayet savuşturduk, işin sevinç yanı. Öğüt yanı ise şöyle bir şey: Temsil ettikleriyle birlikte bitti artık o dönem, hâlâ onun peşinde olanlar boşa kürek sallamasınlar!

Pazar sabahı bunları düşündükten sonra, aynı gün öğleden sonra katıldığım bir söyleşide Toplumsal Kurtuluş okulunun öğrencilerinden Hasip Akgül’ün de benzer bir yoruma ulaştığını dinlediğimde ise, ”Aklın yolu bir” sözü ne zamandır asabımı bozduğundan olacak, “Aklımızın ortaklaşması hâlâ sürüyor, ne güzel!” demeyi tercih ettim.

Devam ediyoruz.

Yirminci yüzyılın neyi temsil ettiği sorusu anlamlı mıdır gerçekten ya da bu sorunun bir yanıtı var mıdır, bir ve her yüzyılın ne zaman başlayıp bittiği, en başta, böyle bir zaman dilimi tanımlanırken zaten belli değil midir, iki?

İç içe geçmiş bu iki sorudan önce ikincisi üzerinde durulmalı. Eskiden Arapçadan aktarılan asr sözcüğünü söyleme güçlüğü yüzünden asır denilen bu zaman diliminin, yüzer yüzer bölünmüş dönemlerin  ilk yılında başlayıp son yılında bittiğini düşünmek, bu kavramı bellemeye çalışan ilkokul öğrencilerinin işine yarar ancak. İnsanın kendi gerçek hayatında elle tutulur bir karşılığı olmayan bir kavramı anlatmak için yaptığı soyutlamanın ürünü olan bu sözcüğün kullanımı,  böyle bir standardın sınırları içinde düşünmeyi gerektirmez; başka soyutlamalara ve akıl yürütmelere açıktır. Nitekim, özellikle geçen yüzyıl için böylesi  başlangıç ve bitiş noktası kaydırmaları yapılmıştır.

Burada yukarıdaki iç içe geçmiş iki sorudan ilkine gelmiş oluyoruz: Bu tür kaydırmalar ve kısaltıp uzatmalar, ele alınan yüzyılın farklı olaylarından ve dönemlerinden yola çıkılarak ona birtakım anlamlar  yüklenmesiyle yapılabilir. Bu anlamlar arasında bir önem ve öncelik sıralaması yapıldığında ise o yüzyılın neyi temsil ettiği ya da simgelediğini ileri sürmek mümkün olur. Genellikle, bu işi “tarih” olarak adlandırılan bilimle uğraşanların yaptıkları sanılır; ama, başkaları da yapabilirler. Şöyle de söylenebilir: Sadece tarihi yazanlar değil, tarihi yapanlar ya da o iddiada olanlar da bu tür anlamlandırmalara başvurabilirler.

Sözgelimi, yirminci yüzyılın başlangıcını, bu yüzyılın kuşkusuz en önemli olayını simgeleyen yıl olarak 1917’de başlatmakta bir sakınca yoktur; bitişini ise aynı simgenin ortadan kalkışını gösterdiği düşünülen 1991 yılına çekmek mümkündür. Bununla birlikte, bitiş tarihi olarak 1987’yi göstermek ve bu asrın boyunu 70 yıla kadar kısaltmak da temelsiz sayılamaz. Neden sorusunu bir anıyla birlikte yanıtlamak, anlatımın okunurluğunu artırmak bakımından yararlı olabilir.

Çözülüşü noktalayan kişi sayılabileceğine göre yıkıcı sıfatını yakıştırmakta bir sakınca bulunmayan Gorbaçov’un Ekim Devrimi’nin 70. Yıldönümü konuşmasını, talihin mi yoksa tarihin mi cilvesi demeli, partinin bir numaralı sorumlusu olarak yaptığı o konuşmanın metnini, yanlış bilmiyorsam, dilimizde ilk yayımlayan biz olmuştuk; biz dediğim, az önce adını andığım Toplumsal Kurtuluş ve çevresindeki bir kolektif. Sevgili dostum Candan Baysan ile metnin İngilizcesini ikiye bölmüş, yan yana iki küçük odada harıl harıl çeviriyor ve dikkatimizi çeken cümleleri yüksek sesle okuyarak birbirimize duyuruyorduk. Sosyalizmin geleceği açısından olumlu, umut verici işaretlerle son derece irkiltici görüş ve iddiaların bir arada bulunduğu bir metindi. Elbette biz, her zamanki diyemesek bile o zamanki iyimserliğimizle, birinci kümedeki saptama ve öngörüler üzerinde duruyor, ötekileri es geçme eğilimi gösteriyorduk. Ötekilerden en çok aklımda kalmış olanı, saldırgan olmayan bir emperyalizmin varlığından ya da olabilirliğinden söz ederek buna dayandırılan işbirliği öneri ve öngörüleri idi. Yineleyerek vurgulamış olalım, bunları söyleyen partinin en sorumlu yerindeki kişiydi ve içeriden gelen, kayda değer bir güce o sahip olma anlamında  ciddi bir karşı çıkışın varlığı bilinmiyordu.

O halde, eğer yirminci yüzyıla sosyalizm yüzyılı denebilirse, o yüzyılın bitişini 1987’ye çekmek ve uzunluğunu da 70 yıl ile sınırlandırmak neden yanlış olsun?

Peki, başını sonunu kırpıp biçerek kısalttığımız bu yüzyıla, ayırt edici özelliği olduğu gerekçesiyle, “sosyalizm yüzyılı” demek doğru mudur? Doğrudur; çünkü, emekçi insanlık çok önceden beri düşüncesinde, hayalinde, kitaplarında, kavgalarında yarattığı “yeni bir âlemi”, nihayet, o zaman yeryüzüne indirmiş, o zaman kurmaya ve yaşamaya girişmiştir. Hem doğru hem nesnel olarak geçerlidir; çünkü, olup bitene emekçi insanlık için ilerleme ya da gerileme olması açısından bakan bir yaklaşımın ürünüdür.

Bu durumda, o yüzyıla sahip çıkmak, onunla övünmek ve yerinmek de mümkündür, anlamlıdır. Öyle bir şiirden dizeler okuyalım şimdi:

“- Hayır,

           kendi asrım beni korkutmuyor

                                                ben kaçak değilim.

Asrım sefil,

         asrım yüz kızartıcı,

asrım cesur,

                  büyük

                           ve kahraman.

Dünyaya erken gelmişim diye kahretmedim hiçbir zaman.

Ben yirminci asırlıyım

ve bununla övünüyorum.

Bana yeter

yirminci asırda olduğum safta olmak

                                               bizim tarafta olmak

ve dövüşmek yeni bir âlem için…”

“Yirminci asra dair” başlığını taşıyan şiirden alınmış bu dizelerin altındaki imzanın Nâzım Hikmet olduğu çok zorlanmadan hatırlanabilir. Hatırlanması daha zor olanı da hemen ekleyelim: Faşist orduların bütün Avrupa’yı kasıp kavurduktan sonra genç sosyalist ülkenin içlerine kadar girdiği kapkara bir yıl olan 1941’in sonlarına doğru ve kapılarının ne zaman açılacağı belli olmayan mahpus damında yazılmış bir şiirdir bu. Başka bir anlatımla, ne insanlık ne de şiiri yazan insan için bir umut ışığı görünmektedir. Buna karşılık, yazılanlarda umutsuzluğun, karamsarlığın, hele hele teslimiyetin kırıntısı bile yoktur.

Bu gücü sağlayan, tarafını eylemli biçimde seçmiş olmaktır. Az önceki doğruluk, geçerlilik türü sözlerle dile getirilen saptamaların temelinde de tarafını açıkça belirleme ve buna uygun davranma olgusu vardır.

Yine de böyle doğruluk, geçerlilik, haklılık türü “duygu yüklü” denebilecek sözlerle yapılan nesnel çözümleme olur mu, sorusu akla gelebilir. Yanıt yerine geçmek üzere bir karşı soru yazmış olalım: Çözümlemeler, insanlar tarafından yapıldığına ve yine insanlarla onlardan oluşan toplumları konu aldığına göre, duygulardan soyutlanabilir mi? Karşı sorunun ardından gelense şudur: İnsanlar nasıl taraflıysa onların duyguları da taraflıdır.

Commandante’nin ve onun kahraman halkının simgelediği, kendisi çoktan sona ermiş yirminci yüzyılın insanlığa hatırlattıklarının bitişi değil, dünya durdukça sürüp gideceğidir.

Onlarla ve onların tarafında olmakla övünüyoruz. Sorun övünmenin ötesine geçmektir bundan böyle ve bize kalmıştır.