Hiç zar falan atmadan, Bülent Cengiz iyi bir öykücü şimdiden. Yazmayı sürdürür mü, bilinmez. Sürdürürse, yazarlığını geliştirir ve daha birçok güzel öykü okuma şansımız olur.
Biten ve bitmeyen öyküler
Mesut Odman
Eskiden hikâye derdik. Şimdi de diyoruz gerçi. Ama öykü de diyoruz. İkisini birlikte kullanıyoruz. İkisi arasında fark olduğunu söyleyenler çıkmıyor değil. İşin o yanına girmeyelim. Girsek de yeterince tartışamayız, hem benim konuya uzak oluşumdan hem de bunun salt bir edebiyat yazısı olmayışından. Yalnız, bir noktaya daha değinebiliriz sanırım. Öykü sözcüğü o kadar yerleşti ki, artık çocuklarımıza isim olarak bile koyuyoruz. Ben sadece kızlarımıza bu adın verilişine rastladım bugüne kadar. Erkek çocuklarımıza da “Öykü, oğlum!” diye sesleneceğimiz günler gelir belki. Neden olmasın?
Bir edebiyat ürününü konu edinse de eleştiri yazısı tanımına uygun olmayacak şimdi yazacaklarım. Onun yerine yeni bir öykü kitabı ile yazarının bazı özelliklerine değinirken alabildiğine serbest bırakılmış çağrışımların ardına takılacağım. Bu seçimin riski neyse onu da göze alarak…
Belli bir niteliğin üstündeki başvuru kitaplarında bir edebi tür olarak öykü ya da hikâyenin derli toplu özelliklerine ulaşmak mümkün. Daha çok romanla karşılaştırmalı olarak sunulan açıklamalardan, o karşılaştırmaya girmeden kısa bir derleme yapmak, kitaptaki öykülerin aşağı yukarı ortak yanlarına işaret etmek anlamına da gelecek.
En başta, öykünün, olayların nedenini arayıp elbette edebiyat ölçüleri içinde irdelemekten çok bir izlenimin etkisine yöneldiği söylenebilir. Bunu yaparken insan ve toplum yaşantılarının önemli, etkili, anlamlı anlarına bakmaya çalıştığı görülür. Denebilirse, öykü yazarı etkilendiği bir olayı ya da kişiyi belli bir vuruculukla anlatırken, genellikle, sözünü sınırlama, kısa bir anlatımın gücünden ya da çarpıcılığından yararlanma eğilimindedir. Bir öykü, hemen her zaman, tekil denebilecek bir özellik taşır; yaşayanın ya da anlatanın bilincinde oluşan bir izlenim olarak güç ve etkililik kazanır. Bu açıdan düşünüldüğünde, öykü yazarı, hayatın içindeki olaylara özenilmiş bir dikkatle bakan, bu dikkatle de önemli ya da en önemli olayları gören kişidir. Dolayısıyla, öykü genellikle belli bir öznellik taşır, belki de, öyle bir öznelliğin içine sıkışmış denebilecek bir izlenim bırakır. En sonunda, öykünün insan hayatından seçilmiş anların parça parça anlatımı olduğu söylenirse, önemli bir yanlışlık yapılmış sayılmaz.
Bu giriş notlarından sonra söz edeceğimiz öykü kitabına gelelim. Kitabın adı Hikâyesi Bir Türlü Bitmeyen Yazarın Istırapları1. Bu 18 öyküden oluşan kitaptaki öykülerden birinin başlığı aynı zamanda. Öykülerin yazarı Bülent Cengiz bir hekim ve hoca. Böyle deyince, siz gelin de o çok bilinen ya da benim öyle sandığım sözü hatırlamayın, “Tıbbiye’den her şey çıkar, hekimden gayri!” Nereden kaynaklandığını bilmem, ama bundan daha büyük bir haksızlık olur mu diye sormadan edemiyorum. İlk gençliğimde mi demeli, çocukluktan gençliğe geçerken mi demeli, sonradan tıpkı Bülent Cengiz gibi bir hekim ve üniversite profesörü olan bir ağabeyim vardı, daha önce de yazmışımdır, bana tiyatro ve solculuk konusunda ilk dersleri verendir. Belleğim beni yanıltmıyorsa onun emekli subay olan babası oğlu için “Doktor olsun diye Tıbbiye’ye gönderdik, o gitti tiyatrocu oldu” dermiş. “Görkemli altmışlar”ın tam ortasında güzelim Çanakkale’deki günlerimizde Üstün Korugan ağabeyimiz üniversite biz de lise öğrencisiydik, üstelik o Tıbbiye’de okuyarak önce tiyatrocu sonra da hekim oldu, umutsuzluğa kapılmış babası haksızlık ettiğini görecek kadar yaşamış mıdır, bilmem. Ben de, üniversitedeki hocalarım Rona Aybay ve Oya Köymen ile birlikte üçünün, 12 Eylül istibdadının “1402’likleri” olarak çektirdikleri fotoğrafa gazetede rastlayıncaya kadar “aynı kaderi” paylaştıklarından habersizdim. Üstün Ağabey ile ilgili habersizliğim sürdü ne yazık, olup olacağı o gazete fotoğrafı. Hayatın acımasız hayhuyu işte, elden ne gelir desem, melodram havası çok mu ağır basar acaba?
Neyse, bu konular açılınca sözü oralara getirmeden edemiyorum. İlköğretmen önemlidir her zaman, ondan olmalı. Yeniden öykülere dönelim.
Cengiz’in öyküleri, hayatın içinden seçtiği insanların kimileri çok sıradan kimileri oldukça sıra dışı ilişkilerini anlatıyor. Kendileriyle, yakın uzak çevreleriyle... Öykü türünün özelliklerine uygun olarak, önemli ya da önemlilik ölçütü okuyucuya pek inandırıcı görünmeyen “an”lara dokunuşlarla…
Bunların hepsi bütünleştirici bir yaklaşımla harmanlansa, bazıları da elense, kapsamlı bir roman ortaya çıkabilir mi diye düşündüm okurken. Sonradan, böyle bir bakışın öykücüyü ille de romana doğru zorlamak olabileceğini sandığım için bu düşünceden uzaklaştım. Öyle ya, öykü türü neden romanların öncesinde bir hazırlık dönemi olsun!
Buradaki öyküler, tümünü kapsama çabasına girmeden yazarsam, küçük bir kasabada müdüründen fırça yediği için yazması gereken resmi yazıyı yeniden yazarken yan binadaki genç kızı gözetleyen bir memuru; sabah mesaisine yeni başlamış bir kasiyer kızın çalıştığı marketteki ilk anlarını; yaşlı bir adamın karısının ölümünden sonraki kedisi ile geçirdiği ilk yılbaşı gününü; yeni aldığı iki öküzü kaybolan bir adamın çaresizliğini; sevgilisi tarafından terk edildiğini yeni anlayabilmiş bir tıbbiyelinin karmakarışık saatlerini; kadın öğretmenlerinin kendilerini sevmediği saptamasını yaptıktan sonra okul müdürüne şikâyete giden iki çocuğun hallerini; aldatılma ile yapay zekânın oyununa gelme arasında kalmış bir karı kocanın durumunu; ne yazacağına da ne yapacağına da karar veremeyen bir yazarın birkaç gün içinde başından geçenleri anlatıyor.
Bütün bunların ve buraya aktarmadıklarımın benim için olduğu kadar başka birçok okuyucu için de ilginç olduğunu söylemeliyim. Ama, hemen aklıma gelenlerin bazılarını sıralarsam, “evden çalışan” bir emekçinin bir günü de; aynı emekçinin işyerinde öteki emekçilerle birlikte çalıştığı zamanları hatırlayışı da; varsa hâlâ işyerinde çalışanlar ve öteki “evden çalışanlar” ile ilişkileri de; hepsinden farklı bir örnek olarak, dini bütün bir ihtiyar ile ilk din eğitimini vermeye çabaladığı küçük torunu arasındaki sevgi ve çatışmanın hiç eksik olmadığı bağlar da en az onlar kadar ilgimi çekerdi.
Şimdi böyle yazınca, yazara ileriki günlere ilişkin bir ödev verme durumuna düşmüyorum, umarım.2 Ancak, yazarlar ne yazacaklarını seçmekte ne kadar özgür iseler okurlar da neler okumak istediklerini söylemekte o kadar özgür olmalıdırlar. Şu son cümleyi, biraz düzeltip çeki düzen verdikten sonra, Türkiye Yazarlar Evi’nin kapısına ya da içeride görünür bir yere asmak iyi bir düşünce olabilir. Henüz öyle bir örgüt ve mekân yok, farkındayım elbette. Ama ileride merkezi ve birçok şubesi ile birlikte öyle bir örgütümüz olacak. Bu umudu yitirsem, yazı yazmakla falan hiç uğraşmazdım.
Şimdilik son sözümü yazarken Nurullah Ataç’tan kopya çekeceğim. Tam da kopya sayılmaz; çünkü onun yazdığının bende bıraktığı kumarbaz ağzı izleniminden uzak durmaya çalışacağım. Bakalım işe yarayacak mı?
Ataç, sonraki yıllarda ülkemizin sevilen şairleri arasına giren, bence de has bir şair olan Turgut Uyar’ın ikinci kitabı Türkiyem için 1952’de yazdığı önsözü şöyle bitirmiş:
“Bilmem yanılıyor muyum Turgut Uyar’ı iyi bir şair saymakla? Hiç sanmıyorum. Ne olursa olsun, onun için atıyorum zarımı. Övünerek söyleyeyim, şairler için attığım zar, şimdiye kadar çoğu iyi geldi, doğru seçtiğimi gösterdi. Turgut Uyar için de iyi geleceğinden hiç şüphe etmiyorum.”
Üstadın sözünü sakınmayan ve kavgacı yönleri hep söylenmiştir. Buradaki “hiç şüphe etmiyorum” ise bana aşırı özgüvenli görünüyor. Hayır, Turgut Uyar’ın iyi bir şair olduğuna pek çok okurla birlikte ben de katılıyorum. Sorun orada değil. Bu önsözün şairin daha ikinci kitabının başında yer aldığını biliyoruz. Demek, üstat ileriye dönük bir kestirimde bulunurken herhangi bir şüphesi yok. Oysa, zar attığını da söylemiş. Zarın kaç geleceğinden bu kadar emin olmak, ancak zar tutmakla mümkün olabilir. Demek istediğim, durum biraz karışık.
Oysa, bana sorulacak olursa, hiç zar falan atmadan, Bülent Cengiz iyi bir öykücü şimdiden. Yazmayı sürdürür mü, bilinmez. Sürdürürse, yazarlığını geliştirir ve daha birçok güzel öykü okuma şansımız olur. Sürdürmezse, elimizdekilerle ve henüz kitaplaştırılmamış olanlarla yetiniriz. Bu da hiç iyi değil; çünkü, var olanla yetinmek git gide kişiliğimizin bir parçasına dönüşüyor.
- 1
KKM Yayınları, Ankara, Şubat 2025.
- 2
Yine de yazara bir önerim olacak. Öğrendiğim kadarıyla bir yanlış hesaplama yüzünden kitabın basımında gereksiz bir acelecilik olmuş ve düzelti işinde sıkıntı ortaya çıkmış. Sonuç olarak da benim gibi kıdemli bir düzeltmeni rahatsız etmemesi imkânsız hatalar olmuş. Kitabın yeni baskısında bunların giderilmesi gerekir.