Biten ömürler, bitmeyen ömürler

Kapitalizmi adlı adınca en çok ananlar arasında onu savunanlar, yere göğe koyamayanlar, ondan çıkarı olanlar, onun sahibi konumundakiler ön aldılar sanki, herkesin önüne geçtiler. Epeydir böyle. Rahatlıkla bu adlandırmayı dile getiriyor, yazıyor konuşuyor, hatta bu terim olmadan da kolayca anlatılabilecek durumlardan söz ederken bile ille de kapitalizm sözcüğünü geçiriyorlar. Denebilir ki, bu sözcüğü kavramlaştıran ve hedef tahtasına koyanların soyundan gelenler, hiç değilse onların önemlice bir bölümü bile birtakım güncel siyasal stratejiler ve hesaplar gereği o kadar kullanmaz, belki de ağızlarına almaktan çekinir olmuşlarken, ötekiler, kuşkusuz kapitalistlerin kendilerinin de içinde bulundukları kapitalizm muhipleri, bunu sevicileri olarak Türkçeleştirmek en uygunudur, ekonomiydi, kalkınmaydı şöyledir, böyledir, şunu gerektirir, bunu şart koşar diyerek ahkâm kesmeye girişirken, o sözcüğü gerekli gereksiz yineleyip duruyorlar.

Eskiden pek öyle değildi, hatta hiç öyle değildi. Eskiden dediğim, bundan birkaç onyıl önce; uzatmamak için geçen yüzyılda diyelim. Tam yeri geldiğinde bile kapitalizm, sosyalizm türü sözcükleri kullananları konuları bilimsel ve teknik temellerinden kaydırıp ideolojikleştirerek çığırından çıkarmakla suçlarlardı. Böyle bir yaklaşımın da etkisiyle olmalı, örneğin  Birleşmiş Milletler terminolojisinde, kapitalist ekonomiler yerine “piyasa ekonomileri”, sosyalist ekonomiler yerine “merkezi planlı ekonomiler” denirdi.

Bu ayrıntıları bir yana bırakıp sevenlerinin yolculuğuna pek kısaca bir göz atalım. Aslında dostlarının olsun düşmanlarının olsun, her iki yolculuğun da çok farklı sayılmayacak bir kolaylaştırıcının, ya da hızlandırıcının, etkisi altında kaldıkları ileri sürülebilir. Bu durumun, kapitalizmi adını koyup hedef tahtasına yerleştirenlerin hem “bilimsel” olarak öngörülerini hem de mücadeleci olarak beklentilerini aşan bir ömür sürmesi, sürmekte olması ile ortaya çıktığını, oradan kaynaklandığını söyleyebiliriz. Ne tek ne de asıl kaynak olmasa da buradan gelen çok belirgin bir izin varlığını görmemek mümkün değildir.

Kapitalizmin mezar kazıcısı oldukları iki önceki yüzyılda ısrarla vurgulanıp geçen yüzyılda bu iddiayı gerçekleştirme yolunda dev bir adım atanların karşısında tümüyle gömülmüş olmasalar da mezarın kıyısına gelmiş olanlar, belki de kendilerinden çok ideologları, bir süre yeni düzenin ömrü konusunda remil attılar. Şu kadar mı sürer bu kadar mı sürer, olsa olsa şurada sonlanır diye, yeni düzenin falına baktılar. Ancak, tarihin cilvesi benzeri deyişler bu tür durumlar için mi söylenmiştir nedir, tam onlar bu kehanetlerini sessizce ve utangaçça terk ediyorlardı ki, o pek kısa olarak biçilen ömür sona erdi. Bunu yakın tarihin trajik yakıştırmasını asıl hak eden gerçekleşmesi olarak nitelendirmek yanlış olmaz.

Remil atılan şuydu: Bu yepyeni dünyayı kurma iddiasıyla ortaya çıkanların iktidarı ve onun eliyle kurmaya girişip enikonu ete kemiğe bürünür duruma getirdikleri dünyaları çok sürmez, süremez. Burada birtakım sözüm ona “bilimsel” görünümlü kestirimler de bulunmakla birlikte, asıl, toplu bir yakarış seansı söz konusuydu: Sürmez, süremez tanrım, sürerse biz ne yaparız, sen bizi koru!

Sonuç olarak, sürmedi işte! Tanrı dualarını kabul etmiş olmalı!

O çaresiz duacıların bile neredeyse tümden umudu kestikleri bir zamanda, onları dehşete düşüren iktidarlar ve kurmaya giriştikleri yapı hızla, toplumların değil bireylerin ömürleri için de çok hızlı sayılabilecek bir sürede çürüdü ve sıkı bir darbeye bile gerek kalmadan, düpedüz bir üfürükle çöktü.

O kurulma iddiası ile girişilenin sosyalizmle ilgisi yoktu, o iddiayla yola çıkanlar da işçi sınıfı ve onun temsilcileri değillerdi; daha işin başındaki belli bir aşamadan sonra değillerdi.

Böyle diyenler oldu.

Bu tür bir bakış, değerlendirme, açıklama, inanç, her neyse, son derece rahatlatıcıydı. Kaybetmedik, kaybedenler biz değiliz, demenin Arapçası. Kaybeden biz olmadığımız için üstümüze alınmanın, tasalanmanın da alemi yok. Rahat edebiliriz.

Belki en sondaki “rahat edebiliriz” kısmı dışında, aşağı yukarı budur. Hiç değilse, böyle bir özet yapılabilir.

Yaygın olarak bilindiği üzere, savunulmuştur, yazılıp söylenmiştir, sınırlı da olsa benimsenmiştir. Hatta, az önce dışarıda bıraktığımız “rahatlatıcılık”, elbette açık açık dillendirilmemekle birlikte, bu tür bir akıl yürütmenin benimsenebilmesinde en etkili özendirici olmuştur, demek daha doğrudur. Öyle ya, büyük umutlarla, bu kadar sıradanlaşmış sözcükler anlatmaya yetmiyor, etinle kemiğinle, aklınla yüreğinle, kanınla canınla bağlandığın üstün ve yönlendirici amaç, sürüp giden zamanın bir noktasında, yerle bir oluyor. Bu durumda yerle bir olmuş amacı şu ya da bu ölçüde gözden geçirip yeniden formüle ederek sürdürmek bir yoldur. O gözden geçirmenin köktenliğine bağlı olarak farklılaşacak devam etme biçimleri ise bu yolun değişik yönlere gidebilecek uzantılarını oluşturur. Bir de, ilkinden çok farklı bir yol daha seçilebilir, o da, yerle bir olmuş biçiminde betimlenen bir darbe almış eski amacı büsbütün terk etmeyi ve, yüksek olasılıkla, geçmişini lanetlemeyi göze almayı gerektirir. Göze almak, diyoruz; çünkü, kendi geçmişini aşağılayarak devam etmeyi haklılaştıracak bir gerekçe bulmak, öyle böyle zor iş değildir.

Bu iki yolu ve türevlerini toptan reddetmek için ne yapılabilir peki?

Şöyle bir soru ilerletici olabilir: Bu tür bir olağandışı yıkımın, insanın toplam var oluş süresiyle karşılaştırılamayacak kadar uzak bir geçmişte gerçekleştiği bilinebilen meteor çarpmalarına benzer bir etkiye yol açmasını düşünmek çok mu abartılı sayılır?  

Değilse, yukarıdaki yolları türevleriyle birlikte reddetmek gerektiğini de belirttiğimize göre, devam etmek, yeniden yola koyulmak, yürüyüp gitmek için bir kılavuz olmasında yarar bir yana zorunluluk da vardır. Ancak, bunun basit ya da gelişmiş bir pusuladan ibaret olması yetmez. Çok daha gelişkin, yeterince ayrıntılı bir tür yol haritası çizilmiş olmalıdır. İçinde mutlaka yapılması gerekenler ile aynı kesinlikte kaçınılması gerekenlerin, olası güçlükler ile engelleyicilerin en azından önemli bir bölümünün yer alacağı bir yol gösterici…

Böyle bir yol gösterici o yola koyulmayı öngörenlerin elinde bulunmaktadır. Çok şükür, diyebiliriz. Şükretmek kategorik olarak reddedilecek bir tutum sayılmaz, kime ve neye şükredileceği biliniyorsa… Burada şükredilen göksel bir güç ya da varlık değil, tümüyle bu  dünyada var olan, çalışan, üreten, yaratan insanlardır, onların çok büyük bölümünü oluşturan emekçi insanlıktır, onun bütün bu nitelik ve becerilerinin ürünü olarak ortaya koyduğu muazzam birikimdir.

Bu kadarına “elde var, bir” denebilir. Ama yetmez; çünkü, yürünecek yolu kirleten, kapatan, geçilmez hale getiren güçlerin birikimi de az buz değildir. Öyleyse, o birikimi aşmak, devirmek, yıkıp geçmek için, böylece özetlenebilecek bir eylemi gerçekleştirmek için neyi, nasıl yapacağını da, bütün boyutları ve ayrıntıları ile değil, o kadarı ne gerekli ne de mümkündür, ama ana çizgileriyle, daha gündelik dille söylensin, üç aşağı beş yukarı bilmek gerekir. Yoksa, olmaz.

Geçen yüzyılın başlarında söylenmişti, kanıtlanmıştır da, devrimci teori olmadan devrimci eylem olmaz. Olmaz dediğimiz budur. Emekçi insanlık, kendi iktidarını geri dönüşsüz bir sağlamlıkta gerçekleştirmek ve yarıda bıraktığı kuruluşu tamamlamak ya da yeniden yükseltmek için girişeceği devrimci eylemi mümkün kılacak bir devrimci teori ihtiyacı içindedir.

Göz korkutacak kadar zor ve iddialı mı görünüyor? İhtiyacı yaratan da her gün karşılaşılan türden, olağan bir durum değil zaten.