Mesut Odman

Kimine göre bir süreç, kimine göre müzakere, kimine göre bunların hiçbiri olmayan, üstelik böyle diyenlerin suçlu değilse bile en azından şüpheli konumuna sokulacakları bir “şey”…

Birkaç güncel not

Mesut Odman

İlki son günlerin hemen her alanı kaplayan, en son magazin boyutları da eklenen konusu ile ilgili. Koalisyonun küçük ortağının başındaki kişinin kimlerle tokalaştığı ile başlayıp çok yakın zamanların “teröristbaşı”, “bebek katili” ve benzeri sıfatlar olmadan adı anılmazken şimdilerde neredeyse bu adlandırmalar için özer dilenecek hükümlüsünün örgütüne “dağılın” buyruğu vermek üzere parlamento kürsüsüne çağrılmasıyla devam eden, ardından nasıl seçildikleri bilinmeyenler arasında yer alan bir heyetin hâlâ ne konuşulduğu açıklanamaz ziyaretleriyle süregiden, kimine göre bir süreç, kimine göre müzakere, kimine göre bunların hiçbiri olmayan, üstelik böyle diyenlerin suçlu değilse bile en azından şüpheli konumuna sokulacakları bir “şey”… 

Şu son sözcük olmasaymış dilimizde, ne her günkü konuşmalar, ne siyasal görüşmeler, ne de derin tartışmalar olabilirmiş herhalde. Yine de siz siz olun, onu çıkarın yazdıklarınızdan, konuştuklarınızdan, atın gitsin. Nasılsa, özellikle günlük konuşmalarınızda, bir kapı, pencere ya da bir delik bulup sızacaktır. O kadarının çok zararı olmaz, deyip geçebilirsiniz.

Geçenlerde, böyle deyip çok gerilere atmış olmayalım, iki gün önce bir arkadaşım bu konuda tartışırken bir söz etmişti, onu hatırladım şimdi. İznini almadığım için adını vermeyeceğim. Mesleki bir sapma denebilir mi bilmem ama, diye söze girerek kendisine haksızlık ettikten sonra şöyle sürdürmüştü: Bizim meslekte herhangi bir sorunla ilgili olarak tartışmaya başlarken önce sorunu tanımlamaya çalışırız. Ondan sonra çeşitli boyutlarını, başka sorunlarla bağlantılarını falan irdeleriz. Burada durmadan konuşanların bir sorundan söz ettikleri anlaşılıyor, ama sorunun ne olduğu belli bir açıklıkla ortaya çıkmıyor; çünkü tanımlanmış değil.

Bu belki de kasıtlı olarak göz yumulan ya da yol verilen belirsizliği pekiştiren şöyle bir saptama da kolayca yapılabiliyordu, bunu da konuştuk. Sürükleyici konumda bulunan politikacıların tümü değilse bile, onların iktidarda olanlarının hemen hemen tümü üç beş ayla anlatılabilecek kadar kısa bir süre önce “Kürt sorunu” diye bir sorun bulunmadığını ya da kalmadığını ileri sürüyor, hatta böyle düşünüp konuşanlara çeşitli ağırlıktaki suçlamalar yöneltiyorlardı. Ancak, ne olmuşsa olmuş, bu konu yeniden “sorun” mertebesine yükselmiş, ayrıca listenin başına yerleşmişti.

Az önceki “ne olmuşsa olmuş” anlatımı var olan bir belirsizliğin yansıması olmakla birlikte, biraz abartılı görünüyor. Eldeki verilerin ve bilgilerin yetersizliği yüzünden buradan yola çıkarak sözü uzatmak boş bir spekülasyon anlamına gelebilir. Dolayısıyla, yöntemsel sayılabilecek bir değinme yeterli olacaktır: İktidarın her yeni konu arayışını gündem saptırma olarak değerlendirmek yanlış olmakla birlikte, iç-dış etkenlerin zorlamasıyla başvurulan gündem değiştirme girişimlerinin bir ucunun iktidarın ömrünü uzatma çabalarına bağlandığını unutmamak gerekir. Nedeni oldukça basittir; her iktidar için ömrünü uzatmak en doğal reflekslerden biridir. Ayrıca, gündem belirlemek hem iktidar olmanın sağladığı bir imkândır hem de bu imkândan gereğince yararlanamamak, bir tür intihar ya da intihar girişimidir. Sonunda, “kendim ettim, kendim buldum” demek de “bir teselli ver” diye yakarmak da kâr etmez.

Şu son satır güncel notlarda bir başka havaya geçmek bakımında elverişli mi, bilmem. Ama pat diye geçiş eleştirisinden kaçınmak bakımından büsbütün yararsız da sayılmaz.

Ünlü arabesk müzikçimizin yeni yılın hemen başındaki ölümü, oldukça yaygın, bir o kadar da farklı etkilere yol açtı; güncel notlar arasında oraya da gelebiliriz. Farklılıklar arasında gerçekten üzülenler olduğu kadar tanınmış şarkıcının müziği konusunda görüş bildirenlere göz açtırmamaya hazır zaptiyeler de çıktı elbette. Bizim Fatih Yaşlı Çarşamba günkü yazısında serinkanlı bir değerlendirme yaptı. Orada ayrıntı düzeyindeki bir değinmenin aklıma getirdiğine işaret etmeden geçemeyeceğim. 

“Devrimciler o dönemde düzenle kavga ederken arabeskle de kavga ettiler, kimilerinin şimdi yaptığı gibi arabesk şarkılarda boncuk aramak yerine, alternatif bir kültürün yaratılıp yaratılamayacağı üzerine kafa yordular. Cem Karaca’lar, Zülfü Livaneli’ler, Timur Selçuk’lar, Ruhi Su’lar bir büyük uyanışın, bir büyük değişimin ve bir büyük kavganın ürünüydüler, halkla birlikte büyüdüler ve halk da onlarla birlikte halk olmayı öğrendi.” 

Bu satırlar bana bizim Yalçın Hoca’nın burada adı geçen Livaneli için yaptığı “teneke sesli” eleştirisini hatırlattı. Teknik anlamda bir görüş belirtecek durumda değilim, bu eleştiriye ne katılmam ne de karşı çıkmam doğru olur. İyi bir müzik dinleyicisi olduğumu söyleyebilirim sadece; hatta buradaki “iyi” sıfatını silsem kendime daha az iltimas geçmiş olacağım da söylenebilir.  Ama doksanların başlarında yazdığım bazı dizeleri hatırlamadan edemiyorum: 

“futbol oynamaktan gelmişim/ pırıl pırıl güneşli bir pazar sabahı/ bir ekmekle iki gazete alıyorum bakkaldan/ çıkarken gözüme ilişiyor o magazin başlığı/ kapı önüne tutturulmuş mandallarla/ kulakları çınlasın bizim hoca’nın/ teneke sesli türkücüsü/ şehr-i stanbul’un yufka yürek başkan adayı/ orduya küfür etti mi, diye”

Ayrıca, Ruhi Baba’nın adının orada bulunmasını da onaylamıyorum doğrusu. Bir zamanlar arkadaşımız olmuş, İşçi Kültür Derneği falan kurduğumuz Timur Selçuk’un da…

Derken, çok eski bir arkadaşımız düşüyor güçsüz belleğimden. Kardeşiyle yakın arkadaşız. Kendisi bizden altı yedi yaş kadar büyük. Mülkiye’li. Çok iyi bir klasik müzik dinleyicisi. Okul yıllığında lakabı “senfonik” diye geçiyor. İşte o abimiz, Maliye Bakanlığı bursu ile ABD’ye yüksek lisansa gönderilmiş. Oradan dönerken bayağı güzel ses veren bir makaralı teyp getirmiş; rafta dikey olarak dururdu, şimdiki gençler bilmezler. Oradayken radyodan kaydettiği bir program vardı. Şostakoviç’in Beşinci Senfonisini dinletiyor program sunucusu. Çalmadan önce de bilgilendirici bir duyuru yapıyor. Stalin’in ağır eleştirileri olmuş Dördüncü Senfoniden sonra. Şostakoviç de “Bir sanatçının haklı eleştirilere yanıtı” ithafıyla beşinciyi bestelemiş. Programcının “An artist’s reply to just criticism” diye boğuk bir sesle sunuşu, nedense, pek hoşumuza giderdi.

İşte o abimiz, üç beş yıl kadar sonra olmalı, İstanbul Boğazı’ndaki gemi seferlerinin yönetimiyle görevli genel müdürlüğün başına getirilmişti. Kuruluşun bağlı olduğu bakan, ulaştırma bakanlığı idi galiba, bizim abimizin Mülkiye’den sınıf arkadaşı imiş. Bizimkinin ilk işlerinden biri gemilerde çalınıp duran arabesk müziğin yasaklanması olmuştu. Onların yerine, işte, Beethoven, Şostakoviç, başkaları çalınmaya başlamış. Birkaç gazetede haber yapılmıştı. Bunu duyar duymaz bir telgraf çekmiştim kendisine: “Abi, senden de bu beklenirdi zaten. Tebrikler, sevgiler” Böyle yazmış olmalıyım.

Buraya kadarı iyi, güzel de, bizim dostumuzun saltanatı kısa sürdü. Bakan mı değişmişti, yoksa buna benzer bir değişiklik mi olmuştu, kendisini de görevden aldılar. Böylece, Boğaz seferlerinin benzersizliği kısa sürmüş oldu.

Arabeskçiler bayram etmiştir herhalde.