Mesut Odman

Günümüzde bir emekçinin yirmi dört saati nasıl geçer?

Bir yeni yıl yazısı

Mesut Odman

Günümüzde bir emekçinin yirmi dört saati nasıl geçer? Soruyu daha kısa bir yanıta imkân vermek için biraz daha sınırlandırabiliriz: Türkiye’de kentsel bir alanda yaşayan emekçinin bir işgünü nasıl geçer? Bu insanın erkek cinsinden olduğunu ve pek şanslı bir yurttaş sayılabileceğini, çünkü işsiz olmadığını da ekleyelim. Belki, biraz daha daraltıp savaştan pek etkilenmeyen bir kentte yaşadığını da düşünebiliriz.

Sabahın kör karanlığında yatağından kalkar işçi sınıfına mensup bu insan. Kentin büyüklüğüne göre değişmekle birlikte, aşağı yukarı 1 saat harcayarak ve genellikle sığırların taşınmasına elverişli koşullarda yolculuk ederek işyerine ulaşır. Bu sürenin, İstanbul da hesaba katılırsa, 2 saati bulması, hatta geçmesi mümkündür.

Yaptığı işin, ürettiği ürünün neye yaradığını, ne için yapıldığını, nasıl ortaya çıktığını anlamadan ya da öyle bir görevi olmadan; bunları düşünmeden; düşünmenin gerekli ve mümkün olup olmadığını hiç aklına getirmeden sekiz saat boyunca çalışır. Kendisinin akıl erdiremediği, akıl erdirmesinin beklenmediği ve hiç karışamadığı bir işbölümü yapılmıştır; o çerçevede üzerine düşen bir görev vardır, onu yerine getirir. Kendi konumundaki öteki emekçilerle ve onları gözetim altında tutan bir ya da birkaç yönetici ile hem süresi hem içeriği pek sınırlı, ancak birincilerle biraz daha uzun ve zengin içerikli sayılabilecek ilişkileri olur. Yine yaptığı işe ve çalıştığı işkoluna göre değişen şiddette iş kazasına uğrama ve meslek hastalığına yakalanma olasılıkları ile karşı karşıyadır. Yemek molasında arkadaşlarının konuştuğu birkaç aya kadar yeni makinelerin montajının bitmesiyle yahut bir süredir dedikodu edilen patronun işlerinin bozulması nedeniyle işten çıkarmaların başlayacağı yahut falanca partinin adamı olan genel müdürün koltuğuna oturmasıyla kendi adamlarını yerleştirmek için birçok kişinin ayağını kaydıracağı türünden haberlere kafasını takmıştır. Kafasını bunlara takmışken o berbat kazaya uğramaktan kılpayı kurtuluşunu da “verilmiş sadakamız varmış yahu” diye karşıladığını, ama bunu kimseye duyurmadan yaptığını eklemek yanlış olmaz.

Dokuz saatlik bir süreyi ya da biraz daha fazlasını işyerinde geçirdikten sonra, sabahki kadar bir sürede ve benzer koşullarda evine döner. Büyük bir bölümünü çalışarak, kalanını soğukla, yağmurla, bıktırıcı kalabalıkla, amiriyle boğuşup küfürler yağdırarak geçirdiği 13-14 saatten sonra evindedir. Bedensel ve zihinsel olarak tam bir tükenmişlik, hadi her zaman o kadar olmayabilir diyelim, yorgunluk durumu içindedir. Evinde hasta çocuğu ya da anası babası falan yoksa, şanslı bir emekçi seçmişiz demektir gözlemlemek için. Şansı eşinin de az çok kendisininkine benzeyen bir işte çalışıyor olmasına kadar gidiyor mudur acaba? Öyleyse, çoluk çocuk biraz daha az sürünüyor olabilirler; gariban emekçi kadının katmerli sömürülüşü hesaba katılmazsa eğer… 

Gazete herhalde alınmıyordur da, erkek emekçilerimizin çoğu için, hele yaşı uygun bir de erkek çocuk varsa, futbol düşkünlüğü neredeyse kaçınılmazdır ve ara sıra uyduruk bir “spor gazetesi” eve giriyor olabilir. Ona bir göz atılır; belki televizyona bakılır biraz; ev halkı ile iki çift laf edilir o arada. Yemek sıkıştırılır araya; hâlâ çok kullanılan bir sözdür: “Allah ne verdiyse işte!” Bu söz “pek bir şey de vermiyor” anlamına gelmektedir.

Derken, yatma vakti gelir. Ertesi sabah da kör karanlıkta kalkılıp yola revan olunacaktır çünkü.

Burada art arda eklenen resimler aşırı derecede iyimser bir gözden yansıtılmış izlenimi vermiş olabilir. Kurguyu sürdürerek şöyle de söyleyebiliriz: İzlemek üzere seçtiğimiz emekçinin hayatında hiçbir aksiliğin ortaya çıkmadığı, pek talihli bir güne rastladığımız anlaşılmaktadır. Oysa, her emekçi gibi onun hayatı da çok sık karşılaşılan, dolayısıyla olağanlaşmış, aksiliklerle doludur. Denebilirse, bir emekçi için hayat aksiliklerin sıradan olaylara dönüşmesidir. Trafik kazası da iş kazası da hasta olup sürünmek de bir iş bulup yıllarca boğaz tokluğuna çalışmak da çalışıp dururken kapı dışarı edilmek de ara sıra yüz yüze gelinen, sıradışı durumlar değildir; hayat bunlarsız geçmemektedir. Üstelik, bunlar, çaresiz katlanılacak doğal, hatta doğaüstü güçlükler olarak yaşanıp gitmektedir. Sanki bunlar birer canavardır ve biraz tevekkül, biraz iman kuvveti gerekmektedir. Diyelim, “trafik canavarı”na kurban gitmemek için her sabah üç kulhuvallahü bir elham okunup evden çıkılmalı ve çok fazla da kafaya takılmamalıdır; çünkü, ne de olsa, canavardır, gücümüz yetmez ve ne zaman nereden çıkıp geleceği belli olmaz. Yalçın Küçük bir zamanlar saptamış ve yazmıştı:

“Bugün artık enflasyon türünden, bu tekeller düzeninin halkımızın iliğini kemiğini emmesinin sonucu olan bir olguyu, ülkemizde, akıl yoluyla kavramak ve tartışmak mümkün değildir; çünkü artık sadece ‘enflasyon canavarı’ var. Bugün, yollarımızın mezbahaya çevrilmesinde, demiryolculuğu körelten Amerikancı politikaların, her televizyon sahibine bir küçük otomobil fabrikası açma izni veren parsellenmiş devletin, zenginlerden vergi alarak yol yapma politikasını terk etmenin, rüşvetçi polisin, bu düzenin hiç rolü yoktur; çünkü artık sadece ‘trafik canavarı’ var. İşin daha acı yanı, artık insanlarımızın çok büyük bir çoğunluğu bir hamamböceği haliyle, buradaki pisliği görmüyor ve belki de benimsiyor; sosyal olgular hem canavar-hayvan haline getiriliyorlar ve hem de, tıpkı titçi insanlar türünden bazı haklarla donatılıyorlar. Örnek olsun, trafik canavarının tatil ve bayram hakkı vardır; bunun için pek çok zaman, ülkemizde kan gölü yükselince, ‘trafik canavarı tatil yapmadı’ türünden haberler veriliyor. Halkımız, tatil hakkı elinden alınan canavara acımaya hazırlanıyor.”

İşçi, emeğine ve emeğinin ürünlerine yabancılaştığı bir çalışma sürecinde, önemli düzeylerde iş cinayetleri ve meslek hastalıkları ile karşı karşıya, çeşitli kabul edilemez gerekçelerle işini kaybetme kaygısı içinde, birçok özveriye katlanmadıkça düzenli ve sürekli mesleki gelişme imkânlarından yoksun, üstelik işgücünü yeniden üretmesi için genellikle çok yetersiz kalan ücret düzeyine ve benzeri koşullara mahkûm bulunmaktadır. O kadar ki, Engels’in ilk özgün Almanca baskısı 1845’te yapılan gençlik eseri İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu başlıklı kitabında yer verdiği saptamaların birçoğu, kilise yerine cami, İncil yerine Kuran yazılarak ve belki bazı güncelleştirmeler yapılarak, bugün için de geçerli kabul edilebilir:

“Kısacası, o günlerin İngiliz sanayi işçisi, bugünün Almanya’sında hâlâ birçok yerde görüldüğü gibi, çoğu zaman yalıtılmış ve hayattan elini eteğini çekmiş bir durumda, herhangi bir manevi eylemi ve hayat karşısındaki konumunda sert dalgalanmalar olmadan yaşayıp gidiyordu. Entelektüel ve ruhsal sorunlarla pek ilgili değillerdi ve hayatlarının her günkü akışı pek az değişirdi. Çoğu okuyamazdı; yazabilenler de çok azdı. Düzenli olarak kiliseye giderlerdi. Siyasetle hiç ilgileri yoktu; hiç gizli dernekler kurmaz; kendilerini günün sorunlarıyla hiç ilgili görmez; ama sağlıklı açık hava sporlarından mutlu olurlar ve onlara İncil okunduğunda huşu içinde dinlerlerdi. (…) Hiçbir entelektüel hayatları yoktu ve sadece kendi dokuma tezgâhları ve bahçeleri gibi küçük özel işleriyle ilgilenirlerdi. Dış dünyada olup biten büyük olaylar hakkında hiçbir şey bilmezlerdi. (…) Yine de bazı açılardan tarlalardaki dört ayaklılardan biraz daha iyi durumdaydılar. Hiç de insani varlıklar değillerdi; o zamana kadar ülkenin hayatına egemen olmuş küçük bir aristokrat sınıfın hizmetindeki insan makinelerden ancak biraz farklıydılar. Sanayi Devrimi bu gelişmeyi mantıksal sonuçlarına ulaştırdı: İşçileri büsbütün makinelere dönüştürdü ve onları bağımsız faaliyetin son kalıntılarından da yoksun bıraktı.”

***

Buraya kadar yazdıklarım, yaklaşık 27 yıl önce yayımlanmış bir yazımın bir tür özeti. Bugünkü duruma bakıldığında görünen, o zamankinden çok farklı değil. Hatta bazı açılardan daha da kötüleşmeden, geriye gidişten söz edilebilir. O yazıdan bir paragrafı hiç değiştirmeden alıyorum:

Emekçi insanlarımız böyle bir hayata mahkûm değillerdir. Şu artık bütün direnişine ve dayanıklılık gösterilerine rağmen köhnemişliği her yanından sarkan kapitalizmin onlara bu mahkûmiyeti biçmiş olması hiç önemli değildir; hükmü verenin ve hükmün, her ikisinin de sonu gelmektedir. Emekçiler arasında biz yok muyuz? Varız elbette; biz, kendimiz, ana babalarımız, çocuklarımız, yakınlarımız, konu komşumuz… Biz böyle bir hayata mahkûm değiliz. Reddediyoruz.

Bugün yinelerken, ekliyoruz: Kesin bir reddedişle başlar, ama o kadarı yetmez.

Savaş alanında öldüğü 1849 yılında sadece 26 yaşında olan devrimci Macar şairi Sandor Petöfi’nin “Halk” başlığını taşıyan şiirini Tahsin Saraç’ın Türkçesiyle aktararak bitirelim:

Bir eliyle sarılmış sabana
Öbür eliyle kılıç tutmakta.
Böyle görünür uysal halk karşıdan
Durmadan alınteri dökmesi bundan
Ve bulanması al kanlara.

Gereksinimleri o denli az ki!
Bunca alınteri doğrusu boşuna!
Yiyeceği ve giyeceğini
Çalışmasa da verir belki
Kendisine Toprak Ana.

Düşman geldiğinde can veren hep o
Kılıç sallayan hep o, bakın.
Niçin? Hep yurdu savunmak için mi?
Hakkı olduğu yeri yurt bilir ancak kişi
Hiçbir hakkı yok oysa bu halkın!