Bir soru ve hatırlattıkları

Soruyu soran, Kemal Okuyan idi haftanın başında, 22 Ekim Pazartesi, günlük gazete soL’daki köşesinde sordu. Aylarca savaş çığırtkanlığı yaptıktan, bu tavırla uyumlu birtakım adımlar da attıktan, böylece ipleri gerdikten sonra, Rusya’dan İran’a kadar herkesle ilişkilerin pek güzel gittiğini ve zaten savaş mavaş isteyen de olmadığını ileri sürerek şimdi aynı ipleri gevşetmeye yönelmiş görünüyorlar neden? Soru aşağı yukarı böyleydi.

Yanıtsız da bırakılmamıştı. Şöyleydi yanıt: “Evet, ABD ‘kendi başına hareket etmeyin, başkanlık seçimini bekleyin’ diye uyardı, Suriye çetin ceviz çıktı, Rusya ve İran ‘sakın ha’ dedi, işleri tıkırında patron tayfası ‘aman istikrar, huzur ortamı bozulmasın’ diye mırıldandı, halkımızın büyük çoğunluğu savaşa ikna olmadı…”

Kemal’in en önemlilerini sıraladığı nedenlere, birindeki soru işaretimi saklı tutarak, katılıyorum.

Birincisi, gerçekten, gelecek dört yıldaki ABD başkanının kim olacağı pek de önemsiz değildir. Amerikan siyasetinde türetilmiş olmasa bile en çok orada kullanılmış ve dilimize “topal ördek” diye çevirebileceğimiz deyiş, ufak tefek zorlamalarla, Obama’nın şu andaki durumuna uyarlanabilir. Bu deyiş, kısaca, sahip olduğu güç ve/veya yetkiyi geçici bir ara dönem boyunca kullanamama anlamındadır ve tam olarak uyduğu durum, asıl, Obama 6 Kasım’daki seçimi kaybederse, yeni başkanın yemin edeceği Ocak ayı ortalarına kadarki iki aylık sürede gündeme gelecektir. Ama, bu olasılık bir yana, Obama’nın bir süredir kendini “topal ördek” konumunda hissetmekte olduğu düşünülebilir: Hem Amerika’nın içi ve dışı ile ilgili birçok durumda güçsüz görünmüş hem de böyle bir dönemin sonunda başkanlık seçimine pek fazla “başabaş” girdiği izlenimi vermiştir.

Öte yandan, artık ona çetin ceviz mi denir, beğenmeyenler başka deyişler mi bulurlar, bilinmez, Suriye’nin öyle bir ucundan gir elini kolunu sallayarak öbür ucundan çık türü bir ülke olmadığı da az çok anlaşılmış olmalıdır.

Nihayet, halkımızın, hiç değilse tutumunu etkin biçimde belirten önemli bir kesimiyle, savaşa ikna edilemediği de bellidir. Güvenilirliği her zaman şüpheli kamuoyu yoklamaları değil sadece, katılım düzeyleri bir yana, yaygınlığı dikkat çekici toplumsal eylemler buradaki belli oluşun göstergeleri arasında sayılabilir. Bu toprakların çocuklarını binlerce kilometre uzakta Amerikan ordusunun kuyruğuna takarak ölüme gönderen Kore savaşı ile nereden bakılsa kayda değer bir savaş sayılması güç Kıbrıs çıkarması dışında savaş yaşamamış Cumhuriyet kuşaklarının, otuz yıldır aralıksız sürüp giden Kürt kalkışmasının doğrudan ve dolaylı uzantıları olarak yaşadıkları, onları yeni bir savaşa ikna etme çabalarını imkânsıza yakın bir güçlükle karşı karşıya bırakmaktadır.

“İşleri tıkırında patron tayfasının ‘aman istikrar, huzur ortamı bozulmasın’ diye mırıldandıklarından” ise emin değilim. Bu tür bir kaygıdan tümüyle uzak duramadıklarına katılırım da, Türkiye burjuvazisinin sayısal çoğunluğunu değilse bile asıl egemen kesimini yönlendirenin bu olmadığını sanıyorum. Daha doğrusu, bu sanımı dile getirmekle epeydir yazmaya niyetlendiğim bir konuya giriş yapabileceğimi düşünüyorum.
Gerçi, bana bu kolaylığı sağlayan yazıda da, iktidardakilerin yavaşlamış görünmekle birlikte, iç ve dış politik nedenlerle, vazgeçemeyecekleri belirtilmiş, hatta “vazgeçerlerse çözülüş başlar” diye altı çizilmiş. Ama, benim ekleyeceklerim, saldırganlıktan vazgeçemeyişin salt politik nedenlerle ilgili olmadığı noktasından başlıyor.

Önce, ayrıntıya girmeden, birkaç hatırlatma.

Türkiye kapitalizmi, geçen yüzyılın altmışlı yıllarında, pek güdük sanayiini iç pazarını yüksek gümrük duvarlarıyla korurken emekçilerin gelirlerindeki yükselmelere izin veren bir politikanın yardımıyla hızlıca geliştirmişti. Ancak, egemenler açısından dönemin sonu, yükselen emekçi hareketinin yarattığı ürküntünün yanı sıra darboğaza dönüşen pazar ve finansman sıkıntılarıyla geldi. Düzen, askeri darbe ile kısa süreliğine atlattığı sıkıntısını, izleyen onyılda, benzer siyasal bunalımlar ve ekonomik darboğazları, az çok yenilenmiş bir içerikle ve ağırlaşan bir şiddetle bir kez daha yaşadı. Bu kez, çok daha kalıcı, dolayısıyla çok daha kanlı ve şiddetli bir tepki verdi. O tepkinin birçok uzantısının, aradan otuz yılı aşkın bir süre geçtikten sonra bile yaşandığını ve yaşatıldığını söylemek mümkün.

Bunlar olup biterken, elbette, Türkiye kapitalizmi bir yanıyla doğal, ya da beklenebilir, gelişimini sürdürüyordu. Kapitalist sınıf ekonomik gücünü ve dayanıklılığını, yanı sıra siyasal deneyimi ile örgütlülüğünü artırıyor, karşı tarafta, işçi sınıfı da nicelik olarak gelişirken, nitelik açısından sınıf içi ve dışı etkenlerin baskısıyla inişli çıkışlı bir gelişim gösteriyordu. Ama, tablonun emekçilerle ilgili bu yanı, yazımızın konusu dışında kalıyor.

Tablonun öteki yanında, kapitalizmin, yine iniş çıkışlarla olmakla birlikte, oldukça hızlı ve istikrarlı bir güçlenme eğilimi gösterdiğini söylemekte sakınca yok. Bundan 20-25 yıl öncesine odaklanıldığında ise birtakım saptamalar yapmak mümkün olabiliyor:

Geçen yüzyılda, yetmişli yılların başlarındaki petrol krizi, petrolü bol Arap ülkelerini petro-dolar zengini yapmıştı. Türkiye kapitalizminin inşaat sektörü, bundan, o ülkelerde taahhüt işlerine girişerek yararlanma yolunu tuttu. Bu atılıma ve yaşandığı döneme, Türkiye’nin büyük sermayesinin dışarıda iş yapmasının “çıraklık dönemi” diyenler oldu. Haklıydılar hatta, bu haklılığın, başka bazı saptamalar da hesaba katıldığında, bir tür kehanet düzeyine ulaştığını söylemek bile mümkündür abartmadan çok bir hakkı teslim etmek anlamına gelecektir. Bu çıraklık dönemi, Türkiye’nin büyük sermayesine, ülke sınırları dışında iş almayı, yine ülke sınırları dışında işi alırken ve yürütüp sonuçlandırırken rüşvet vermeyi, başka ülkelerden adam tutmayı, politikacı satın almayı, Türk yanlısı odaklar yaratmayı öğretti.

Öte yandan, hemen hemen aynı zaman diliminde, Türk ordusu, sınır ötesinde hava kuvvetleri kullanma imkânını buldu. Bu kullanım, bugün “Barzani Kürdistanı” demekte bir sakınca olmadığını sandığım Kuzey Irak’taki operasyonlar sayesinde ciddi boyutlara ve sürekliliğe ulaşabildi. İngiliz emperyalizmi askeri açıdan büyük ölçüde donanmaya dayanırken Amerikan emperyalizminde hava kuvvetleri ile hava taşımacılığının denizde savaşmaya ek ve onu da aşan bir önem kazandığı hatırlanırsa, bu gelişmenin dikkat çekici olduğu daha kolay anlaşılabilir. Ayrıca, Türkiye’nin silahlı kuvvetlerinin, kalkışma bölgelerinde kara birliklerinin yanı sıra paramiliter güçlerin kullanımı konusunda kazandığı deneyimi de buna eklemek gerekir.

Şimdi, biraz daha ilerlemeden, bazı ara sonuçları bir araya getiren toparlayıcı bir özetin zamanıdır.

Bir: Türkiye kapitalizmi, geçen yüzyılın son çeyreğine girdikten sonra, şiddetle duymaya başladığı dış pazar ihtiyacını giderememiş durumdaydı. Bu çeyreği, hatta daha sonrasını da belirleyici siyasal olay olan 12 Eylül darbesinin ekonomik programı, bu ihtiyacı açıkça vurguluyor ve karşılanması için her şeyin, sözün çağrıştırdığı bütün anlamlarla “her şey”in yapılması gerektiğini ortaya koyuyordu.

İki: Yapıldı da. Her şeyin içinde, en kaba baskı ve şiddetin yanı sıra, çok yoğun bir ideolojik saldırı ve askeri operasyonlar da bulunuyordu. Bu sonuncusu için şöyle bir hatırlatma da yararlı olabilir: Silah üretimi ve alım satımı, sadece artık değerin gerçekleştirilmesi bakımından değil, sermayenin iç ve dış saldırıları için de bir gerekliliktir.

Üç: Türkiye kapitalizminin dış pazarlara ihtiyacı, eskiden çok kullanılan o deyimle, çok “yakıcı” idi. Ancak, dış pazar derken, çağımızda belirleyici olanın meta ihracı değil, sermaye ihracı olduğu gerçeği ortadaydı çünkü, emperyalizm çağında yaşıyorduk. Ayrıca, daha Lenin’in emperyalizmi yazdığı günlerden beri biliyorduk ki, “sermaye ihracı, meta ihracını da harekete geçiren bir araç haline” gelmiştir.

Dört: Bu çağda, ülke dışında yatırım yapmış tekellerin alacaklarını tahsil etmek, devlet için, kendi alacaklarını tahsil etmek kadar önemlidir. Üstelik, devletin yapması gereken bu kadarla da sınırlı kalmaz: Dev Amerikan tekeli Texaco’nun yönetim kurulu başkanının daha 1957’de kendi hükümeti ile ilgili olarak söylerken bir genelgeçer kural olarak vurguladığı gibi, “hükümetin temel görevi içeride ve dışarıda yatırımlara uygun bir siyasal ve mali iklimi yaratmaktır.”

Böyle sayarak yazmamın nedeni bir önem sırası oluşturmak değil, sadece alışkanlıktan ileri geliyor. Ancak, daha fazla devam edersek, olmadık bir yerde kesme zorunluluğu ile karşı karşıya kalabiliriz çünkü, meramımı anlatabilmek bakımından, sözün epeyce uzaması gerekiyor. Öyleyse, en iyisi, burada bırakıp haftaya ayrı bir yazıyla devam etmek.