Bir ölümün hatırlattıkları

O kadar çok ki hatırladıklarım, çok ve utandırıcı, çok ve tiksindirici…

İnsan belleğinin bir özelliğidir, tümüyle bilimsel bulgulara dayanarak söylemiyorum, onlardan bağımsız, hatta onlara aykırı yanları da olabilir bu dediğimin: Belleğimiz istemediklerini siler ya da silinmesi gerekenler bölmesine atar. Hatırlamak istemediklerim de içinde olmak üzere, hatırlayabildiklerim o kadar çok ki…

En başta, şu üç kızından en büyüğünün cenaze töreni öncesinde ve sırasında söyleyip ettikleri: Yaptıklarımı, ne zaman olsa, gözümü kırpmadan yapardım, diyen babasını sonuna kadar savunan o hanım,  yetmiş milyonun altmış milyonunun paşa babasından yana olduğunu varsayıp söyleyerek vicdanını rahatlatıyordu. O hanımın, şimdi herhalde çoktan emekli olmuş üst düzey bir mit yöneticisinin eşi olduğunu biliyoruz ve birkaç gün önce hakkının rahmetine kavuşmuş, o sıralar ve daha sonraki uzun yıllar dul yaşamış pederlerinin çeşitli devlet görevlerinin  gereği olarak katıldığı tören ve toplantılarda zatı alilerine eşlik ettiklerini çok iyi hatırlıyoruz. Ancak, üç kızdan en küçüğünü ve onun o zamanlar bizim saflarımızdaki, şimdi ne alemde olduğunu bilmediğim erkek arkadaşını da hatırlıyoruz. Halk arasında, en azından halkın sınırlı bir bölümü içinde yayılmış söylentilere göre, komünist düşmanı paşa hazretlerinin, uzun süre onların birlikteliklerine izin vermedikten sonra, kuşkusuz bütün halk kadınları gibi çok çekmiş eşinin son nefesinde “Paşam, inat etme, ver kızı!” demesi üzerine hayırlı bir evet demeye razı olduğunu da hatırlıyoruz. Bütün bu hatırlamaların bir sonucu olarak da, benim belleğimde sosyalist bir mühendis ve müzisyen olarak kalmış o arkadaşımız ile eşinin şimdi nerelerde olduklarını, sağ mı, ruhsal ve bedensel olarak sağlıklı mı olduklarını merak etmeden yapamıyoruz.

Hatırlamak neyse de, bunu burada yazmamın nedeni, en korunaklı olduğu sanılan kalelerin bile beklendiği kadar güvenilir olmadığının, hayatın akışı karşısında  gedik vermeye mahkum olduğunun pek küçük bir örneğini vermekti herhalde… Başka ne olabilir? Neden aklıma gelmiş olabilir ki bu insani durum? İnsani olan hiçbir şey bize yabancı değildir, diyenler başkaları mıdır?   

Sonra, ya da ayrıca, şunları da hatırlıyorum, diye devam etmek niyetinde değilim. Bu kadarı yetsin, aynı minval üzre devam etmeyelim. Bu başlangıcı da neredeyse babasından daha şedid bir edayla esip savuran kızının tavrı ile kışkırtılmış olduğum için yaptığımı itiraf etmeliyim.

En başa dönersem, hatırladıklarımın çok fazla olması o kadar doğal ki…

Bu ölümden yola çıkan bir yazı olabilir mi, sorusu üzerine düşünürken aklıma üşüşenlerden biri şuydu: Birkaç gün önce ölen o generalin simgesel önderi olduğu siyasal rejimin bugün de sürdüğünü yıllardır söyledik; aynı şeyi bugün liberal-hürriyetçi-demokrat tayfa da söyler oldu. Eğer bu genel kabul gören saptama gerçekliğe uygunsa, “12 Eylül istibdadı” olarak adlandırmanın çok doğru göründüğü bu olağanüstü düzeyde süreklilik kazanmış rejimin yaklaşık 35 yıllık ve hâlâ sona ermemiş bir ömür sürdüğünü söylemiş oluyoruz. Bunun anlamı ise çok ürkütücü mü, moral bozucu mu, ne demeli, şudur: Resmi açıklamalara göre, 2014 sonu itibariyle ülkemize ilişkin nüfus istatistiklerine baktığımızda, ülkemizde yaşayan insanların yarıdan çoğu, hatta yüzde 60’a yakını, ömrünün tamamını bu rejim altında geçirmiş bulunmaktadır. Başka bir açıdan bakarak şöyle de söyleyebiliriz: Şu anda ülkemizde yaşamakta olan insanlardan,  ömrünün en az yarısını ya da daha fazlasını bu sıradışı baskı rejiminin koşulları altında geçirmiş olanların toplam nüfusa oranı, yüzde 95’i bulmaktadır. Son söyleneni daha çarpıcı biçimde dile getirmek de mümkündür: Ülkemiz insanlarının çok küçük bir azınlık dışında tamamına yakını, bu rejimden başkasını hiç yaşamadan ya da çoktan unuttuğu bir geçmişte yaşamış olarak hayatını sürdürmektedir.

Bunun anlamı, 12 Eylül’ün, en azından süreklilik bakımından, amacına ulaştığıdır. 

Yalçın Küçük hocamızdan alıntılayarak “12 Eylül istibdadı” dediğimiz bu rejimden önce ülkemizde şunlar olurdu/ bunlar olmazdı, şunlara yer vardı/bunlara yoktu türünden bir sınıflandırma ile üç beş örnek sıralarsak, o günleri yaşamamış olup bugün nüfusumuzun çoğunluğunu oluşturanlar bir fikir edinebilirler.

Örnek olsun, işçiler, şimdiki günlere oranla çok daha kolaylıkla sendika kurabilir ve onlara üye olabilirlerdi; hatta, grev bile yapabilirlerdi. Böyle derken, bir yandan, yapmaları mümkündü, demek istiyorum; hükümetlerce grevlerin ertelenmesi, daha uygun bir deyişle, yasaklanması yasalarda bugünkü kadar kolaylaştırılmamış olmakla birlikte uygulamada başvurulması da bazı risklerin göze alınmasını gerektirirdi. Öte yandan, bugünkü rejimdekinin tersine, işçiler gerektiğinde grev yapmayı hem isterler hem de nasıl gerçekleştireceklerini bilirlerdi.

Üniversiteler özerkti; başka bir anlatımla, genellikle yöneticilerini kendileri seçerler, çalışmalarının yürütülmesine ilişkin kararları kendileri alırlardı. Öğrenciler de kendi çalışmalarını yürütecek organlarını kendileri seçerlerdi. Üniversite binalarına ve alanlarına üniversite yönetiminin izni olmadan kolluk güçleri giremezdi. Böyle çalışan üniversitelerin hocaları da öğrencileri de hükümetlerin politika ve uygulamalarıyla ilgili eleştirilerini her zaman dile getirir, daha çok öğrencileri, protesto eylemleri yapar ve halktan yana olmayan kararların uygulanmasını önleme ya da geri çektirme yönünde sonuç alıcı olabilirlerdi.

Etkili çalışan ve hiç de küçümsenmeyecek bir sıklıkla halktan yana kararlar verebilen bir Anayasa Mahkemesi vardı. Bütün eksikleri, yanlışları, bozuklukları bir yana yargı sistemine hükümetlerin ve organlarının kabaca ve uluorta müdahale etmeleri kolay değildi.

Özellikle düzen dışı parti ve örgütlenmeleri engelleyici, zaman zaman imkânsızlaştırıcı kısıtlamalara rağmen, örneğin, ne seçim barajı söz konusu idi ne de temsil denilen sözüm ona “ilke”yi aşırı ölçüde zorlayan bir seçim sistemi. Türkiye İşçi Partisi, Ekim 1965’deki genel seçimlerde, ülkemizin siyasi tarihinin en önemli başarılarından birini gerçekleştirerek parlamentoda grup kurabilecek milletvekili sayısına ulaştığında, oy oranı yüzde 3’ün biraz altındaydı.

Sadece yasalarda işçi olarak tanımlananların değil hemen hemen bütün çalışanların, toplu sözleşme ve grev benzeri haklarla ilgili ağır kısıtlamalar bulunmakla birlikte, örgütlenme özgürlükleri vardı. Bugünkü yeni rejimi önceleyen emekçilerin iki onyılının ikincisinde, polisler bile örgütlenebilmişlerdi ve ortaya çıkan polis örgütlerinden biri, ne sarı, ne şu ne bu, düpedüz ilerici ve toplumsallaşabilmiş bir örgüttü.

Bütün bunların ve sayılabilecek pek çok benzerlerinin gerçek olduğu, az önce “emekçilerin iki onyılı” olarak adlandırdığım dönem, Türkiye’nin gecikmiş burjuva demokratik devriminin gecikmiş tamamlanma dönemidir. Tamamlanmış ve bitmiştir; bitmesi, bütün ilerlemelerin ve kazanımların tersine döndürülmesinin önü açılmış anlamındadır. Uzun zamandır, sadece sermaye sınıfının açık ve gizli sözcülerinin değil, kendilerini solcu sananların ve öyle sanılanların da içinde bulunduğu geniş bir koro tarafından lanetlenen, on gün sonraki elli beşinci yıldönümünde de galiz küfürlerle anılacağı besbelli 27 Mayıs 1960 tarihinde başlayan bu  dönem, 12 Mart 1971 askeri müdahalesi ile kısa bir kesintiye uğramakla birlikte, aşağı yukarı iki onyıl sürmüştür. O kesintiyi sağlayan 12 Mart müdahalesi, egemen sınıflar ittifakını kesmediği ve emekçi sınıfların yükselişini durdurmaya yetmediği için, çok daha dizginsizi 12 Eylül 1980 tarihinde ortaya çıkmış ve Türkiye’nin uzun sürmüş faşist demokrasisi ya da demokratik faşizmi hükmetmeye başlamıştır.

O general şefleri değil miydi neden önderliği simgesel oluyor, niye faşizm değil de istibdat rejimi, demokratik devrimin tamamlanması hiç biter mi, bittiğinde her şey geriye mi döner, dönebilirse kaybedilenleri geri kazanmak mantıklı ve gerçekleştirilebilir bir hedef olmaz mı,  demokratik faşizm ya da faşist demokrasi nasıl denebilir… Yukarıda yazdıklarımdan sonra bu tür sorular uzayıp giderse, kimse şaşırmaz elbette.   

Aslında, işin o yanına da değinmek niyetiyle başlamıştım. Ama bu yazıyı daha fazla uzatmamak, daha kötüsü, büsbütün her telden çalar duruma getirmemek için burada keselim. Gelecek yazıların birinde, belki de  ilkinde, oraya da gireriz.