Bir gülme kuramı

Bu başlığı okuyanın, gülmenin de mi kuramı olurmuş, türünden itiraz yollu bir soru aklına gelir herhalde. Olmasına olur da, burada öyle bir kuramı sergilemeye ya da özetlemeye  niyetlenmiyoruz. Belki, öyle adlandırılabilecek bir düşünceler toplamına giriş niteliğindeki  bazı değinmelerde bulunmuş olacağız.

Nereden çıktı ya da neden gerekti sorusu ise anlamsız görünmüyor. Dolayısıyla, bir açıklama gereği ortada.

Ne zamandır içeride dışarıda, ülkede dünyada, türlü türlü insanların, özellikle de siyasetle uğraşanların ve ülkeleri yönetenlerin fotoğraflarını, daha doğrusu, hareketli hareketsiz görüntülerini gördükçe, oralardaki çehrelerin gülüp gülmediklerine, gülenlerin nasıl bir izlenim bıraktıklarına takılıyordum. Şöyle bir durumu fark ettim: Kimi insanlar, ya hiç gülmüyorlar ya da, güldüklerinde, o gülüşlerin çok zorlama olduğu, büyük bir güçlükle, sanki acı çekiyormuşçasına gülmeye çabaladıkları anlaşılıyor. Evet, sözcüğü rasgele kullanmadım, açıkça anlaşılıyor; anlamamak neredeyse imkânsız oluyor.

Öte yandan, bu durumu içerisi ve dışarısı, ülke içindekiler ve dışındakiler, yerliler ve yabancılar arasında karşılaştırmaya çalıştığımda, siyaset sahnesinde modalaştırdıkları deyişle “yerli ve milli” olanlarda belirgin bir üstünlük olduğu söylenebiliyor. Üstünlük dediğim, bizimkilerde durum çok daha açık biçimde görülebiliyor. Gülmekte zorlananların oranı daha çok. Bu zorlanma sözcüğü yeterli değil, başka anlatımlar bulmak gerek: Gülmeleri gerektiği kendilerine öğretildiği, sempati yaratmak amacıyla ara sıra da olsa gülüyor görüntüsü vermelerinin şart olduğu belletildiği için öyle yapıyorlar.

Nasıl yapıyorlar peki? Bunun gülmekle ilgisini kurmak, özellikle bazı kişiler söz konusu olduğunda, mümkün görünmüyor. Gülüyorlar mı yoksa hiç beceremedikleri, daha da kötüsü, hiç istemedikleri bir şeyi yaparken acı çektikleri görüntüsü mü veriyorlar, belirsiz. Kimileriyse, hem halk arasında hem edebi metinlerde çokça rastlanan bir benzetmeye uygun düşüyorlar, “sırtlan gülüşlü” bir çehre sergiliyorlar; gülümseyen, sevimli, cana yakın bir yüz değil, basbayağı ürkütücü, itici bir görüntü ortaya çıkıyor.

Böyleleri için, gerçekten yaşıyorlar mı acaba, sorusu aklıma takılıyor hep. Şu nedenle: Büyük şairimizin o pek kısa, çok da güzel şiirini hatırlıyorum; hani, Aragon’un da ölümünden 3 gün sonra kendisinden onun için yazmasını istedikleri satırları yazarken dile getirdiği “şu dört dizenin bir kehanet olmaktan çıktığını anlayacak kadar vakit bırakın bana” sözleriyle itiraz etmesine yol açan şiiri:

“Paydos…” –diyecek bize bir gün tabiat anamız,-

              “gülmek, ağlamak bitti çocuğum…”

Ve tekrar uçsuz bucaksız başlayacak:

               görmeyen, konuşmayan, düşünmeyen hayat…

Yazıyla ve sözle ne çok tekrarlamışımdır bu olağanüstü güzellikteki dizeleri…

Nâzım’ın eşsiz bir bilgelikle “gülmek, ağlamak” olarak özetlediği hayatın en az yarısından uzak olduklarını düşünebiliriz o adamların; şu son sözcüğü cinsiyetten arınmış olarak değil, tam tersine, eril anlamıyla ve bilerek kullanıyorum, çünkü seçtiğimiz siyasetçiler/yöneticiler örnekleminde zaten sayıları ihmal edilecek kadar az olan kadınlar için durumun farklı olduğunu söylemek zorundayız.

Bu arada, bizdeki gülme özürlülerin ezici çoğunluğunu oluşturan erkeklerin bir dezavantajlarını da belirterek kendilerine haksızlık etmekten kaçınmalıyız: Hemen her zaman etkisi, kimileyin de apaçık baskısı altında oldukları dinsel inançları ve kültürel belirlenimleri, onları gülmekten alıkoyar. Gülmek, hele uluorta, herkesin içinde yapılması yasaklanmış;   üstelik, o çok yaygın ve çirkin deyişteki lanetleyici kınama ile söylenirse “karı gibi” görünmelerine yol açan, bu yüzden kendi üstün cinsleri açısından utanılacak bir davranıştır.

Buraya kadar değindiklerimizi, az önce olur mu olmaz mı diyerek kuşku belirttiğimiz gülme kuramı üzerinde ciddi ciddi kafa yormuş bir filozofun söyledikleriyle birlikte düşünürsek, biraz ilerleyebiliriz. Sözünü edeceğim, geçen yüzyılın sezgici Fransız filozofu Henri Bergson. Biraz lafı dağıtmak pahasına, böyle deyince, bundan elli küsur yıl önceki, nasıl olup da ilimizdeki milliyetçi öğretmenler sendikası şube başkanı olduğuna akıl erdirmekte güçlük çektiğimiz Felsefe öğretmenimizin, tuhaf bir telaffuzla ve ağzını doldura doldura “entüvisyonist Bergson” deyişini hatırlamadan edemiyorum.

Her neyse, devam edelim.

Ömrü 19. ve 20. yüzyıllar arasında eşit olarak bölünmüş olmakla birlikte, asıl yapıp ettiklerinin gerçekleşmesi bakımından  yirminci yüzyıla yazdığımız Bergson’un idealist bir filozof olduğu biliniyor. Bilimsel kavramlarla düşünme, dolayısıyla bilimlere güvenme yanlısı olmayan bir eğilimi var. Onun bu eğiliminin “tekbencilik” boyutuna ulaştığı da bulunabilir ilgili kaynaklarda.

Bütün bunlar bir yana, bu idealist düşünürün gülme ve gülüncün anlamı üzerine yazdıklarından yararlandığımı söylemeliyim. Bergson gülmenin ve gülünçlüğün nerede araştırılması gerektiğine ilişkin üç saptamada bulunuyor.

Birincisi, sadece gerçek anlamda insani olan şeyler için gülünçlükten söz edilebilir, diyor ve ekliyor: Bir manzara güzel, görkemli, silik ya da çirkin olabilir, fakat asla gülünç olamaz. Bir hayvana gülünebilir ama bu onda insani bir tavır ya da ifade yakaladığımız içindir. Bir şapkaya gülünebilir gülünmesine de bu durumda alaya aldığımız şey bir keçe ya da hasır parçası değil insanların ona verdiği biçimdir.

İkinci nokta, genellikle gülmeye eşlik eden duygusuzluk durumudur. Gülünç şeyler sarsıcı etkilerini ancak tümüyle dingin ve durgun bir ruh düzlemi üzerinde gösterebilir. Gülüncün en doğal ortamı kayıtsızlıktır ve gülmenin en büyük düşmanı duygulardır. Filozofumuz burada birkaç örnek olarak acıma ve şefkat duygularından söz ediyor, ama biz bunlara kaygı ve korkuyu da ekleyebiliriz: Derin bir kaygı ve korku içindeki insanın gülmesi, gülüşünde bir rahatlık ve doğallık bulunması kolay kolay beklenemez.

Filozofumuz, gülüncün etkisini tam olarak göstermesi, dolayısıyla gülmenin gerçekleşmesi için kalbin bir anlığına duygusuzlaşması gerektiğini belirttikten sonra, gülünç saf akla hitap eder diyor ve devam ediyor: Yalnız, bu akıl başka akıllarla ilişki içinde olmalıdır. Dikkat çekilmesi gereken üçüncü nokta budur. Eğer yalnız ve öteki insanlardan yalıtılmış hissediyorsanız, gülünç olandan keyif almanız mümkün değildir. Buradan sürdürerek ekleyebiliriz: Keyif almak bir yana, gülünç olanı fark etmeniz bile çok güçtür.

Bir de, şu saptamanın konu üzerinde düşünürken, yol gösterici ve oldukça açıklayıcı olduğunu sanıyorum: Gülünç, hemen, olabildiğince kısa sürede düzeltilmeyi, iyileştirilmeyi bekleyen bireysel ya da ortaklaşa bir kusuru ortaya koyar, gösterir. Gülme ise bu düzeltme ya da iyileştirmenin tam da kendisidir bir bakıma. Başka bir anlatımla, gülme, insanlar ve olaylardaki özel bir dalgınlığı, atlamayı, gözden kaçırmayı öne çıkartan ve cezalandıran bir toplumsal jesttir. Dolayısıyla, düzeltilmesi, iyileştirilmesi gereken eksiklik ve yetersizliklere yol açanlar, onlarla ilgili birinci derece sorumluluk taşıyanlar açısından, ne başkalarının gülmesi kolay kolay hoşgörülebilir bir davranıştır, ne de bu tür insanların kendileri gülmeyi başarabilirler. Böyleleri, şu ya da bu nedenle, çoğu kez de ister istemez ve insancıl görünmek için gülmeye kalktıklarında, yazının başında aklıma takıldığını söylediğim hiç inandırıcı olmayan, tuhaf, zoraki gülüşler ortaya çıkar.

“Türkiye’nin patronları, AKP’nin ağırlıklı bazı isimleri, Almanya ve ABD ve her zamanki gibi daha sessiz bir biçimde İngiltere, Erdoğan’ın dansına son vermek istiyorlar. Ya bir yere sabitleyecekler ya da ve daha güçlü olasılık müziği kesecekler.”

Bu satırları, Kemal Okuyan’ın 29 Kasım günü burada yayımlanan son derece aydınlatıcı, ama bugünkü konumuzla ilgisiz görünen yazısından aktardım. Şimdi bu cümleyi gülme kuramından çok kısaca söz ettiğimiz filozofun şu örneği ile birlikte okuyalım:

“(…) mesafe alıp tarafsız bir seyirci gözüyle bakın hayata:  Pek çok dram güldürüye dönüşecektir. Dans edilen bir salonda müziğin sesine kulaklarımızı tıkamamız yeterlidir: Dans edenler bir anda gülünç görünürler.”

Gerçekten de, herhangi bir mekânı doldurmuş insanlar ister vals türü klasik bir dans ister rock dansı yapıyor olsunlar, eşlik eden hoş ezgili ya da gümbür gümbür müziğin birden susturulduğunu düşünün, ne gülünç bir sahne ortaya çıkar ama!

“Ya memleketin hali? Ağlamak gerekirken gülersek, ayıp etmiş olmaz mıyız?” muhtemel sorusu ortaya atılacak olursa, yukarıda aktardık, onu da Nâzım soyutlamış hayatı anlatırken, hem de ta 1945-46’da ve hapishanede: Gülmek ve ağlamak bittiğinde hayat da bitmiş demektir.