Aziz Nesin’in torunları

Bu bir sohbet-muhabbet yazısı olacak. Ne demek, böyle bir yazı türü mü var? Yok. Daha doğrusu, bu adla anılan bir tür yok. Ara sıra böyle yazılar yazdığım oluyor; ara sıra değil, burada yazdıklarımın önemli bir bölümünün böyle bir özellik taşıdığını ileri sürenler de çıkabilir. İtiraz etmem. Bir yazı türünün adıymışçasına bir araya getirdiğim iki sözcüğün ayrı ayrı ve birlikte anlattığı gibi, aralarında bir sevgi ve dostluk bağı olanların, en azından düşmanca bir tutum içinde bulunmayanların söyleşmeleri, yarenlik etmeleri ve bunu pek de bir plana, düzene bağlı kalmadan yapmaları anlamında kullanıyorum bu deyişi. Elbette, etkileşimli bir ortamda bulunmadığımız için, yukarıda geçen söyleşi, yarenlik gibi karşılıklılık çağrıştıran sözcüklerin gerçek durumumuzu biraz çarpıtarak yansıttığının da farkındayım.

En başta bunu yazmamın nedeni ise bu tür yazılardan hoşlanmayan ya da onlara ayıracak zamanı olmayanları önceden uyarmak ve bir de benim yüzümden sinirlenmelerine yol açmamak. İnsanı sinirlendirecek yeterince, yeterinden de fazla neden varken, bir de benim katkım olmasın, demek istiyorum.

Gelelim sohbet-muhabbet faslına…

Şimdiki vahşet ve gericilik günlerinin habercilerinden olan Madımak Katliamı’ndan iki yıl dört gün sonra, 6 Temmuz 1995’te yiitirdiğimiz Aziz Nesin’le tanışmamın geçmişi epey eskidir. Tanışma dediysem, yüz yüze gelme ve oturup konuşma, git gide birtakım ortak işler yapma anlamında değil; böyle bir şansım hiç olmadı, ne yazık! Olmasa bile, ilk tanıyışımdan çok sonraki yaşlarımda, onunla böyle bir yakınlığı ve çalışmaları olmuş dostlarımla konuşurken, ondan “Aziz Bey” diye söz edilirdi. Yazarlığına, mücadelesine ve aynı saflarda olduğumuzu düşündüğümüz bir büyüğümüze duyduğumuz saygıdan… O alışkanlıkla olmalı, benim epeyce eski ve çok sevdiğim bir yoldaşımın, spor adamlığı ile herhangi bir ilintisini kuramadığım, ama piyasanın öyle lanse ettiği bir sermaye sahibinden bey diye söz etmesine hep takılmış, hatta kimileyin takılmanın da ötesine geçerek, “Kardeşim, bir komünist, eğer çok yakın bir kimsesinin adı Aziz değilse, Aziz Nesin’den başkasına bey demez!” biçiminde ahlak öğütleri vermişimdir.

Onunla ilk tanışmama geri dönüyorum. Çocuk denecek yaşlardaydım; tam bir Cumhuriyet mühendisi olan babamın elinden alıp okuduğum Fil Hamdi  öyküsünün adı verilmiş kitap, o ilk tanışıklığı sağlamıştı. Özetle de olsa söz etmeden geçemem, hani, İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nden bütün taşra emniyet müdürlüklerine bir telgraf gönderilir ve eşkali ile fotoğrafı ilişikte verilen Fil Hamdi adındaki “azılı sabıkalı” bir dolandırıcının firar ettiği bildirilir, o öykü işte. Ardından, her vilayetten birçok Fil Hamdi yakalanıp gönderilir ve öykü İstanbul emniyetinin şu telgrafı ile biter: “Koyacak bütün yerler dolmuş olduğundan, şimdilik eldeki Fil Hamdiler yeterli görülmüştür. İkinci bir emre kadar Fil Hamdilerin yakalanmasına ve aranmasına ara verilmesini teşekkürlerimle rica ederim. Not: Firar eden Fil Hamdi yakalanmıştır.”

Bu öykünün en başta yer aldığı kitap, bendekinin sevimli kapak deseni Tonguç imzalı ve 1958 basımı, daha halkımızın bu tür olaylara “tam Aziz Nesin’lik” yakıştırmasını yapmaya başlamadan önceki zamanlardan kalma. Bu deyişin sadece gülünç değil, aynı zamanda inanılması güç olayların ve durumların anlatılması için kullanımının yaygınlaşması oldukça sonradır. İşte o yıllarda da büyük yazarımızı çok okumuş, çok gülmüş, gülerken kasıklarımızın ağrımasına dayanamamışızdır. O tür bir kolektif gülme krizini 1973 yazında yaşadığımızı hatırlarım. Kolektif deyişim, çok sayıda insan, yedi sekiz kişi birlikte oluşumuzdan geliyor; bir de, eksiksiz bir ortaklaşmanın varlığından. Bodrum’da, pek kısa bir tatildeydik;  Bodrum küçücük, sevimli bir kasaba o zaman. Çay bahçesine benzer bir yerde oturmuşuz, elimizde üstadın iki kitabı. Biri, İnsanlar Uyanıyor idi galiba; ötekini hatırlamıyorum, Sosyalizm Geliyor Savulun olabilir. Birimiz açıp bir öykü okuyor; kimileyin gülmekten sonuna kadar okuyamıyor, o zaman başka birimiz nöbeti devralıp okumaya devam ediyoruz. Hiç unutamadığım biri o öykülerden, “Şairi Muazzam Abdülmunzam” başlığını taşıyordu yanılmıyorsam ve Abdülhak Hamid’i alaya alıyordu. Dışarıdan görünüşümüz şöyleydi: Kadınlı erkekli genç insanlar toplaşıp oturmuşlar, bir kişi bir şeyler okuyor, ötekiler gülmekten yerlere yatıyorlar; sonunda, dayanamayıp, önce garsonlar sormuşlardı, neyin nesidir diye, sonra da dışarıdan gelip geçenler…

Şimdilerde, o türden, ama kolektif değil bireysel gülme krizlerini Aziz Nesin’in torunları dediğim çocukların yazdıklarını okurken yaşıyorum. Çocuklar derken herhangi bir saygısızlık  yaptığım sanılmasın; yazanların benim çocuklarım yaşında olduklarını tahmin ediyorum. Hatta, kaç zamandır avukat olduğu halde bir türlü gül gibi mesleğini yapmaya ikna edemediğim küçük çocuğumla aşağı yukarı aynı yaşlarda olabilirler. O kadar ki, ara sıra, bu keratalar bizim oğlanın arkadaşlarıdır belki, o halde onu caydıranlar arasında onlar da vardır, diye düşünerek bazı planlar kurduğum da olmuyor değil.

Neyse neyse, kimsenin günahını almayalım durup dururken.

Aziz Nesin’in torunları yakıştırmasını yapmakta çok haklı olduğum o çocukları okumak ise hiç zor değil, burada yazıyorlar zaten. “Diren Terazi” başlığını taşıyan “blog” elimin altında; her gün bakıyorum; yeni bir yazı varsa okuyorum. Bu arada, nedir bu portal, blog, bilmem ne sözleri, anlayabilmiş değilim. Bir dilin gelişebilmesi için, biraz somutlaştırırsak, söz dağarının zenginleşmesi için yaratıcı olmak gerekir. Yoksa, işte böyle her dilden aşırmalarla doldurulmuş bir aşure çıkar ortaya; üstelik aşurenin tadına da asla ulaşamaz.

Şu “neyse neyse” ya da kimileyin “her neyse” bağlantı ve geçiştirme sözü de olmasa, alıp başını bir oraya bir buraya giden yazılarımızı toparlamak hiç mümkün olmayacak.

Başka katkı verenler de var ama, orada yazanlardan en devamlı olan ikisinin adlarını analım: Ozan Gülhan ile Erdem Oktar adlarındaki bu iki avukat ve Aziz Nesin torununu bir gün elbet bulup kendileriyle tanışacağım. Şimdilik yazılarını okumakla yetiniyorum. Okurken, kimileyin, kimileyin değil çoğu kez, yok canım, bu kadar da olmaz, çok abartıyorlar, dediğim oluyor.

Ama hemen vazgeçiyorum bu itirazdan; çünkü, daha neler neler oluyor “şu cennet vatanımız”da… Sadece bu genel gerekçe değil, doğrudan bu alanla ilgili kendi yaşantılarım da  belleğimde duruyor hâlâ.

Çok yakınım olan bir insan vardı sözgelimi, benden birkaç yaş büyüktü ve yaklaşık elli yıldır şu avukatlık mesleğini sürdürüyordu; dört beş yıl kadar önce, Ankara’ya gelemediği için Barolar Birliği’ndeki törene gidip meslekte kırk beşinci yıl plaketini almamı rica etmişti benden. İstanbul’a her gidişimde, hiç değilse bir akşam evine konuk olur, birkaç kadeh parlatırken havadan sudan, memleket meselelerinden konuşup dertleşirdik. Dile kolay, yarım yüzyıl harcamış, bir yığın yaşantı söz konusu; avukat olarak başından geçenleri anlatır ve sık sık benim “yok canım, atıyorsun” yollu densizce itirazlarımla karşılaşırdı. Hiç üşenmez, içerideki odasına gider, kim bilir kaç yıldır sakladığı dosyalardan ilgili belgeleri bulup getirir, gözüme sokardı. Faruk Erem’in Bir Ceza Avukatının Anıları kitabını örnek vererek bunları yazması gerektiğini söylerdim; “Ben yazamam; beraber yazarsak, olur.” derdi. Her defasında muhabbetimiz böyle sözleşerek biterdi. Ne yazık, gerçekleştiremedik. Bundan sonra da gerçekleştirmemiz mümkün değil; çünkü, iki yıl önce aramızdan göçtü.

Hüzünlü bir sonla bitirmeyelim; ne de olsa, Aziz Nesin’le torunlarından söz ederek başlamıştık. O torunlar avukat olduklarına göre, yine avukatlıkla, bu mesleğin seçimiyle ilgili bir son olsun.

Çevremdeki yaşça benden genç ve çok genç insanların meslek seçimlerine müdahil olmaya çok meraklıyımdır nedense. Kimilerinde az çok başarılı olmuş, kimilerindeyse insanlara yazık etmişimdir; böyle diyerek biraz abartalım ki, çuvaldızı kendimize batırmış olalım.

Kurbanlarımdan ilki kendi kız kardeşimdi. O zamanki üniversite giriş sınavlarının sonucu olarak, İstanbul Üniversitesi’nin hem hukuk hem de felsefe bölümlerinde okuma hakkını elde etmiş. Eh biz de epeydir parlak bir üniversitede okumakta olan akıllı fikirli ağabeyiz ya, mektup yazıp bana danışmıştı; o eski zamanlarda şöyle kalem kâğıt alınır, güzel güzel mektup yazılırdı ve o mektuplar iki üç günde kesinlikle gönderilenin eline ulaşırdı. Ben de cevabi mektubumu yazdım ki sayfalar dolusu, okuyan, hukuk fakültesinin sokağından bile geçmez. Yok efendim hukuk da neymiş bu düzende; oysa, felsefe okursan, insanı da öğrenirsin, dünyayı da… Böyle akıllar işte… Zaten az önce övgüyle söz ettiğim aile reisi de “Canım, kız çocuğuna uymaz mahkemelerde it kopukla uğraşmak; gider, öğretmen olursun mis gibi!” diyerek homurdanırmış sonradan öğrendiğime göre. Sonuç olarak, hukuku falan boş verip felsefe okudu çocukcağız; ama tek bir gün bile ne öğretmenlik yapabildi ne de felsefe ile ilgili bir iş…. Buna karşılık, yıllarca, kıdemli bir avukat olan eşine gönüllü asistanlık yaptı ve, git gide, yargıçların odasına girerek onlara hem biraz önce biten duruşmada hem de bütün dava boyunca  hangi yanlışları yaptıklarını anlatmakta uzmanlaştı.

Lafı daha da uzatmayalım, son kurbanım ise yukarıda andığım oğlumdur. Ne diller döktüm, ne karşı konulmaz örnekler gösterdim avukatlık mesleğinin erdemlerini anlatmak için… O da sözümü dinledi. Sonucu az önce yazmış bulunuyorum.

Son iki üç  paragraftan kendim için şöyle bir sonuç çıkarabilirim: Çok eskiden, solcular, ilericiler arasında yaygınlık kazanmış bir söz vardı; “Bizim ordumuz çavuş seçmesini iyi bilir, ama başbakan seçmesini bilmez.” derlerdi. Ben de bir bakıma öyle miyim, nedir! Az çok sözümü dinletebildiğim genç insanların bireysel ve toplumsal açıdan uygun meslekleri seçmeleri için yardımcı olmak gerektiğini iyi biliyorum da, hangisine hangi mesleğin uygun olacağını bilemiyorum galiba.