'Az zamanda çok ve büyük işler…'

Pek kısa bir sürede büyük işlerin başarıldığını ileri süren bu sözlerin sahibini ve söylendiği yeri ayrıca belirtmeye gerek var mı, bilmem. Yine de şöyle diyebilirim: Bizim Hasip Akgül’ün kim bilir kimlerin bileşimi unutulmaz kahramanı Albayım’ın dilinden düşmeyen söyleyişle, “Büyük Kurtarıcı”ya aittir. Benim burada değineceğimse, kendi ülkesinin ve cumhuriyetinin çocukları olmakla birlikte, onun soyadını dile getirmekten bile imtina edenlerin başardıkları ya da, daha az iltimaslı bir anlatımla, başarmak için uğraştıkları…

Şu kendilerine ak demekle, daha baştan, izleyicileri olduklarının yapıp ettiklerini ve kendi yapıp edeceklerini ağartabileceklerini sananların, yola böyle çıkanların, neler deyip neler yaptıklarının sergilenmesine dikkat çekmek niyetindeyim.

Aslında, bu ikinciler, iktidar sürelerinin uzunluğu bakımından bir rekora imza atmak üzereler. Elim varmıyor ama, bu spor mpor işleriyle o kadar haşır neşir ediliyoruz ki, böyle pek sportif sözcüklerle yazmak bir yandan kolayıma gidiyor, bir yandan, sanki böyle yazarsam daha iyi anlaşılır ya da daha çok okunur sanıyorum. Öyle ya, el birliğiyle, ABD’nin en eski ve en ünlü üniversitelerinden Columbia diplomalı iktisat profesörü ve aynı zamanda tanınmış diktatör Salazar’ı haklı çıkarma uğraşındayız neredeyse. 

Sık sık yaptığımız gibi, işin özüyle ilgili olsa bile, üsluba ilişkin görünen araya girişlerimizi bir yana bırakıp devam edelim; çünkü, bu tür ayraç ya da dip notlar, her ne kadar biçimsel olmadığını düşünsek de, yazıları sonlandırmak, hele makul uzunlukta sonlandırmak bakımından çoğu kez güçlük yaratabiliyor.

Gerçekten de “çok ve büyük” işler başardılar mı bu iktidar sahipleri, bu ne Meclis kararıyla verilmiş Atatürk adını, ne kurtarıcıyı, ne de benzerlerini dile getirmeyi içlerine sindirebilenler?

Başardılar elbet, daha ne olsun? Ne duble yollar, ne alttan üstten tüneller, ne Deli Dumrul köprüleri, ne doğayı katleden devasa hava limanları, ne göğü delen bakkal dükkânları yapmadılar mı, yapıp tamamına erdirmek için gece gündüz demeden uğraşmıyorlar mı? Hem yaptılar hem de hâlâ uğraşıp duruyorlar. Hani sırtlarında taş taşıyıp yapmadıysalar da, gâvur müslüman demeden iş bilen adamları bulup onlara yaptırmadılar mı? Elhak, yaptırdılar! Yaptırdılar da fukaralar, bir tek komünistlere beğendiremediler işte. Gerçi onlar da neyi beğenmişler ki bugüne kadar?

Çok değil, biraz daha ciddi olunduğunda, şunlar söylenebilir: Birkaç ay sonra yukarıda sözünü ettiğimiz hükümet etme rekorunu kırmaya hazırlanan, beyaz rengi ad olarak alınca edinilmiş edinilecek her türlü kirden pastan aklanabileceklerini sananların partisi, onca zamandır, neler söyledi, buna karşılık ve bununla birlikte, neler yaptı? Bunun az çok eksiksiz bir dökümü, hem çok şaşırtıcı olabilir hem de muazzam bir karartma ve şamata içinde gizlenenleri unutuşla sakatlanmış insan bellekleri için apaçık duruma getirebilir.

Getirebilir, en azından getirilmesine yardımcı olabilir de, böyle bir yazıda bunu yapmak mümkün değil. Dolayısıyla, bu işi güncel siyasal mücadelenin gündemine bırakmak, en iyisi.

Peki, hiç mi işaret edilemez? Son günlerde olup bitenlere bakılarak hiç mi örnek gösterilemez? Gösterilebilir kuşkusuz, neden olmasın!

Ama önce şu noktada bir en az açıklık gerekli: Verilebilecek hiçbir örnek, gösterilebilecek hiçbir kanıt, on beş yıla çok yaklaşmış bu iktidar dönemini, sanki yüce göklerin biz günahkâr kullarına gönderdiği ve daha önceki muktedirleri tertemiz kılan bir önlenemez afet, bir kutsal yazgı, her şey olağan akışında güzel güzel giderken birden ortaya çıkıvermiş kötü bir sapma olarak görüp göstermeye yol açmamalı; bu tür bir sanrının oluşmasını tetiklememeli.

Kendinden öncekileri birçok bakımdan aşmış bu iktidarın en son atılımlarından biri, hiç hoşlanmadığını açıkça dile getirdiği eşitliği sağlıyor. Ama kötülükte eşitliktir bu. Çok eskiden beri, sosyalizme karşı savaşan siyasetçiler ve ideologlar, uydurdukları sözde kanıtları, savsözleri, saldırı sözlerini kimileyin hep bir ağızdan kimileyin ayrı ayrı haykırırlardı. Haydi şu son sözcüğü değiştirelim, her zaman haykırmasalar bile, farklı tonlarda olmakla birlikte, yinelemekten hiç vazgeçmezlerdi. Bunlardan biri işte bu “eşitlik” kavramı ile ilgiliydi. “Sosyalizm eşitliği sağlar” diye başlarlar ve devam ederlerdi: “Ama bu sefalette eşitliktir.”

Şimdi ise kapitalizmin iktidar partisinin düzenin hizmetine sunduğu yeni bir önlem ile karşı karşıyayız. Karşı karşıya derken, düşünülüyor, tasarlanıyor anlamında değil, hazırlanıp kotarılmış ve uygulamaya konmuş durumda.

Daha 2015’in ilkbaharındaki bir torba yasa ile aralarında turizmin de bulunduğu bazı sektörlerle ilgili olarak, işçilerin gece çalışmasının 7.5 saati geçemeyeceği kuralına istisna getirilmişti. Turizmi öne çıkarıyorum; çünkü, acısını çektiğimiz bu uzun sürmüş iktidar döneminin başlıca iki dayanağından biri, öbürü inşaat olmak üzere, bu sektördür. Büyük ölçüde dış dünyadan gelen etkilerle daha süreceğe benzeyen krizler içindeki bu cıvıl cıvıl görünüşlü yağma ve bataklık üreticisi sektörün ayakta kalması, basbayağı “yaşamsal” denebilecek bir önem taşıyor. Bu nedenle, örnek olsun, her kutsal bayramın uzatılıp 9-10 günlük bir resmi tatile dönüştürülmesi, hükümetlerin son ana kadar düşünüp karar verdikleri bir konu olmaktan çıkmıştır artık. Bütün o karar çıktı çıkıyor, hükümette şu şu sakıncalar üzerinde duruluyor, bu kez olmayabilir, türünden haber ve söylentiler, işin oyun ve eğlence yanıdır sadece. Her iki bayram da önden arkadan hafta sonuna bağlanacak, süre 9 günlük bir tatile uygun hale getirilecek, yerli turistlerimiz sektöre yılda en az iki kez ek soluk aldıracaklar, o arada, bu kutsal işlevlerini yerine getirmek üzere maşallah yayla gibi yollarda gidip gelirken hakkın rahmetine kavuşma yarışına girişeceklerdir.

İşte her türlü destek ve korumayı hak eden bu güzide iktisadi sektörü özellikle ilgilendirecek yeni önlemle kadınlar da erkeklerle eşitleniyor ve onlar gibi süre sınırı olmaksızın gece çalışması yapabilir duruma getiriliyorlar. Zorla değil elbette, demokrasilerde zora başvurulur mu hiç! Getirilen düzenlemeye göre, patronun bunu yapabilmesi için işçinin yazılı onayını alması gerekiyor; demek, işsizlik korkusuna hiç aldırmayarak gece saatlerinde o kadar çalışmak istemeyen kahraman kadın işçi gerekli yazılı onayı vermeyecek ve patronu da tamam diyecek!

Bir kez daha yinelemekte sakınca yok: Türkiye kapitalizminin en son ürünü olmasının ve doğuşuyla da ayakta kalıp güçlenişiyle de eğrisi doğrusuna denk gelme sözünü doğrulamanın  ötesinde bir özgünlüğü bulunmayan AKP’nin söyledikleri ile yapıp ettiklerini bir bir değil, öylesi hem çok uzun sürer hem gereksizdir, ama derleyip toparlayıp anlamlı biçimde sınıflandırdıktan sonra sergilemek, kuşkusuz, çok yararlı olur. Onun bir sapma olmadığını, dolayısıyla kendinden öncekiler yahut benzerleriyle şu ya da bu biçimde yer değiştirilmesiyle bir yere varılamayacağını, daha doğrusu, emekçilerin kurtuluşu anlamına gelebilecek bir yere varılamayacağını eklemeyi hiç ihmal etmeden.

Sonuç olarak, birbiriyle bağlantılı iki sorudan ve onların işaret ettiği bir imkândan söz edilebilir.

Birincisi, ne kadar uzun sürmüş ve sancılı geçmiş olursa olsun, AKP’nin hükümranlığından kurtulmak, asıl sorunların hem en büyüğü hem temeli olan kapitalizmden kurtulmak anlamına   geliyor mu?

İkincisi, kapitalizm adını verdiğimiz, ne yazık hâlâ çağdaş, sömürü ve zorbalık düzeninin ezici egemenliğine son vermeden AKP’den kurtulmanın da çok zor olduğu, gittikçe anlaşılabilir olmaya başlamıyor mu?

Öyleyse, üçüncüsü, bu iki kurtuluşun nasıl birlikte gerçekleştirilebileceğine kafa yormak, ne hayalcilik demek oluyor ne de boşa kürek sallamak.