Aşktı, mutluluktu, şuydu buydu derken…

Tamam, biliyoruz, insanın her türlü etkinliğinin başlaması ve sürebilmesi için, çok basit, çok ilkel, hadi bir alçaltıcı ek daha yapalım, çok süfli birkaç temel ihtiyacının karşılanması gerekir ötekiler ondan sonra gelir. Onlar olmadan, daha ötesi olmaz. Deyiş yerindeyse, kural olarak böyledir genellikle böyledir buna benzemeyen, hatta bunu tümüyle çelen, yadsıysan örneklerin ortaya çıkması, kuralı yahut genellemeyi reddetmek, üstünü çizmek için yeterli değildir.

Öyle olduğu içindir ki, Engels, dostluk sözcüğünün anlatmaya yetmeyeceği dostu Marx öldüğünde, onun mezarı başında yaptığı konuşmasında, şöyle demiştir: “İnsanlık her şeyden önce, siyaset, bilim, din, sanat, vb. ile uğraşmadan önce, yemek ve içmek, barınak ve giyecek sahibi olmak zorundadır.”

Daha sonra da bu söylenenler, kimilerinin adlandırmasıyla tarihsel materyalizmin, kimilerinin ve belki de daha yerinde deyişiyle tarihin materyalist yorumunun en basit, ama en özlü anlatımı olarak kabul edilmiştir.

Kuşkusuz bunların etkisiyle ve binlerce başka insan gibi ben de, ama onların herhalde çok daha azının yaptığı gibi şiirle, bir şeyler anlatmaya çalışırken, şunları yazmıştım fi tarihinde ve bir hafız-ı Kur’an olan anneanneme adadığım şiiri yazarken. “Esin perisine bakın herifin, şair olacak bir de!” biçimindeki tepkileri anlayışla, demek, azçok hak vererek karşılayıp üçbeş dize aktaracağım anlaşılmış olmalıdır:

“bir halkkadınıdır zilanım
kim ne anlarsa bundan
bir bilgedir
bir vulgar materyalisttir
niye gelmişiz bu dünyaya oğlum
yimek içmek giymek
bir de sevmek sevilmek
diyen de odur

demem biraz imanı eksiktir
ama hıfz ile tamamlamıştır eksiğini”

Böyle olmasına böyledir de, yukarıdaki adlandırmasıyla bir “halkkadını”na haksızlık etmiş olmayalım, şiirde etmişiz çünkü kaba materyalizm demekle, bunun düpedüz tarihin materyalist yorumu kapsamında değerlendirilebileceğini, bir halkkadınının kimileyin yahut sık sık bir bilginin düzeyine yükselebileceğini, öyle mütalaa edilmesinin uygun olacağını söylemekte yarar vardır. Bu bir özür yerine geçer belki diyerek ve son üç beş günün özür furyasına kapılıp gidiyor muyuz sıkıntısına aldırmadan, üstelik aşağıda belirtilen kavuşmanın çoktan gerçekleşmiş olduğunu bildiğimize göre, aynı şiirin sonundaki şu yakarışı da ekleyebiliriz:

“ellerinden öperim çocuklarımın ninesi
tanrı sana uzun ömür versin
bir de cennetinde yer versin
bilmem bunu hâlâ ister misin”

Keşke hep şiir yazıyor olsaydık ama bu düzyazının beklediği sadede gelirsek, şöyle devam edebiliriz:

İnsanlar, onlar gerçekleşmeden yaşamaları mümkün olmamakla birlikte, her zaman ve sadece en ilkel, en birincil, başka ne varsa hepsinden önce gelen gereklilikleri yerine getirme güdüsüyle davranıyor olsalardı, toplumları dönüştürmek yine insanların yapabileceği bir iş olmazdı. O dönüşümden başka umudu kalmamış çok sayıda insan içinse, öylelerinin her zaman var olacaklarını ve ezici çoğunluğu oluşturacaklarını yaşayarak öğrenmiş durumdayız, göksel bir çağrı beklemekten başka çare bulunamazdı.

Oysa, insanlar, yiyip içiyorlar, giyinip barınıyorlar, soylarını sürdürmek için hayvanlar alemindeki öteki benzerlerinin yaptıklarını yapıyorlar ama hem bunları gerçekleştirirlerken ortaya çıkanlar hem de bunların ötesinde olup bitenler, büyük bilginin anlatımıyla “siyaset, bilim, din, sanat, vb.” bizim Zilanım’ın anlatımıyla “bir de sevmek sevilmek”, o dönüştürme işine soyunmuşlar için biri öbürünü önemsizleştirmeyen alanları oluşturuyor. Hiçbir zaman birbirini önemsizleştirmeyen, ama zaman zaman biri öbürünün önüne geçebilen ya da biri öbüründe yapılabilecekleri hızlandıran, kimileyin de kolaylaştıran alanları…

Yine aynı bilginin sözleriyle tamamlıyorum yazıldığı yüz on küsur yıl önce olduğu gibi şimdi de geçerlidir:

“Birey sadece kendisiyle ilgileniyorsa, mutluluk yönelişini ancak pek seyrek olarak tatmin edebilir ve bu, hiçbir durumda, kendisinin de başkalarının da yararına olmaz. Oysa bu yöneliş, dış dünya ile ilgilenmeyi gereksinimleri karşılayacak araçları, yani geçim araçlarını, karşı cinsten bir bireyi, kitapları, konuşmayı, tartışmayı, eylemi, kullanmak ve çalışmak için araçları gerektirir.

“(…) Ezilen sınıfın mutluluk yönelişi acımasızca ve ‘yasalar’ ile egemen sınıfın çıkarlarına feda edilmemiş midir? Evet, bu durum gerçekten ahlak dışıydı, ama şimdilerde hak eşitliği tanınmıştır, denilecek. Tanınmıştır ama, lafta kalmıştır çünkü burjuvazi, feodalizme karşı savaşında ve kapitalist üretimin gelişmesinde, bütün zümre ayrıcalıklarını, yani kişisel ayrıcalıkları ortadan kaldırmak ve ilkin özel hukuk alanında, sonra da yavaş yavaş devlet hukuku alanında bütün bireylerin yasa önünde eşitliğini tanımak zorundaydı. Ama mutluluk yönelişi, ancak çok küçük bir ölçüde düşünsel araçlarla gerçekleşir. En büyük ölçüde maddi araçlarla gerçekleşir ve kapitalist üretim, eşit hakları olanların büyük çoğunluğunun ancak yaşamaları için gerekli olanı almasını sağlamaya dikkat eder. Dolayısıyla, kapitalist üretimin, çoğunluğun ‘mutluluğun ardından koşmadaki eşit hakkı’na gösterdiği saygı -o da gösterirse- köleciliğin ya da toprak köleciliğinin gösterdiği saygıdan pek fazla değildir.

“(…) Ya aşk! Evet, Feuerbach’ta aşk, her yerde ve her zaman pratik hayatın bütün güçlüklerini alt etmeye yardımcı olması gereken büyüleyici tanrıdır ve üstelik bunu, çıkarları taban tabana karşıt sınıflara bölünmüş bir toplumda yapacaktır. Bu noktada, felsefenin devrimci karakterinin son kalıntısı da yok oluyor ve geriye, kala kala şu eski nakarat kalıyor: Birbirinizi seviniz -cinsiyet ya da zümre ayrımı gözetmeden birbirinizin kollarına atılınız- evrensel bir uzlaşma âlemi.”

Bu uzunca aktarmayı yapmadan önce “şimdi de geçerli” olduğunu vurguladığımıza göre, sonraki yüz küsur yılda yaşadıklarımızın sonunda, şu hatırlatma da kendini dayatıyor, demektir: O “evrensel uzlaşma âlemi”ne giden yollar, sadece birbirinin kollarına atılmaktan geçmiyor bir de, kollarına atılırken aşkının beynini dağıtacak silahın tetiğini çekmeyi gerektiriyor.