Asıl sorumlu

Asıl sorumlunun kapitalizm olduğuna, bu sosyo-ekonomik yapının Türkiye’deki somutlanışının halkımızın başına böyle işler açtığına bir oligopol piyasası ve ürünleri metaforu ile, buna fantezi gözüyle de bakılabileceğini ekleyerek, geçen haftaki yazıda değinmiştik.

Şimdi, düşüncemizden yan çizdiğimize yönelik olası kuşkuları dağıtmak için, bu fantezi yakıştırmasının asıl sorumlu kim sorusunun yanıtıyla değil, yapılan benzetme ile ilgili olduğunu vurgulayarak devam edebiliriz.

Öyledir, ülkemizin karşılaştığı görünüşte çeşit çeşit, ama büyük çoğunluğu bakımından özünde tek tip darbelerin kaynağında yer alan, bütün önemli sorunların asıl sorumlusu arandığında da ortaya çıktığı gibi, kapitalizmden başkası değildir.

* * *

Önce çeşitlilik görünümü üzerinde duralım, sonra nasıl tek tip olduklarına bakarız.

Önem sırasına koymadan yazarsak, çeşitlilik görünümlerinden biri, darbelerin asker ya da sivil nitelikli olmalarıyla ilgilidir. Ancak, sivil kesimlerden belli ölçülerde destek almamış askeri darbe örneği, belki albay Talat Aydemir’in iki başarısız girişimi sayılmazsa, hiç olmadığı gibi, askerlerin belirgin desteği bulunmayan bir sivil darbeyi, hele başarılı olanını, ne bulmak ne de hatta düşünmek mümkündür.

Bir başka çeşitlilik görünümü, o da iki ile sınırlı olmak üzere, şu ünlü emir-komuta zincirinin neresinde, içinde mi dışında mı olunduğundan ya da planlandığından kaynaklanmıştır. Yarım yüzyılı aşkın darbeler tarihimiz boyunca, bugünkü kaosun ne kadar kalmışsa onu da yok ettiği o büyülü zincirin dışında girişilip başarıya ulaşmış tek örneğin 1960’taki ilki oluşunun yanı sıra, sonuncusu dahil zincirin tümüyle ya da büyük ölçüde dışında planlanıp başarıya ulaşanı yoktur. Buradan, başta Latin Amerika’dakiler olmak üzere birçok ülkeyle ilgili olarak yarı şaka yarı ciddi söylenegelmiş “erken kalkan, darbe yapar” sözünün ülkemiz için pek de geçerli olmadığı sonucuna varmak, hiç değilse şimdilik, mümkündür. Bu imkânın daha ne kadar var olacağı ise git gide belirsizleşmektedir.

Şu son çeşitlilik ya da farklılık görünümü dolayısıyla değindiğimize göre, önem bakımından daha da geride olan bir başkasına da sadece işaret edip geçebiliriz. O da “başarılı” olup olamama, diğer bir anlatımla, var olanı devirip hükümet etme konumuna ulaşıp ulaşamama durumudur.

İlk bakışta ve kâğıt üzerinde bu “başarı” ölçütü ile bağlantılı görülmekle birlikte, pratikte bu bağlantının varlığına ters düşer biçimde ortaya çıkan kanlı ya da kansız gerçekleşme farkından söz etmek de mümkündür. Gerçekten de, “başarılı olmuş” birçok darbe kansız nitelemesine uygun düşecek biçimde gerçekleşirken,  kan sözcüğü ile anlatılan çatışma şiddeti, son örnekte görüldüğü gibi, çok fazla olan, ayrıca albay Aydemir’in adına yazılanlarla 9 Mart günü ile anılan hem başarısız hem kansız darbe örnekleri de vardır. Elbette, buradaki kanlı ve kansız nitelemeleri sadece yönetime el koyma girişimi sırasında, ilk anda ortaya çıkan olaylarla ilgilidir; yoksa, yönetimin ele geçirilişi tamamlanır tamamlanmaz şiddet dozunun belirgin ölçüde artışı hemen hemen bir kural durumundadır.

Bunlardan daha önemli olarak birbiriyle bağlantılı iki farklılıktan söz edebiliriz. Biri, hak ve özgürlükleri budama ve geliştirme olarak ortaya çıkan farklılık yahut çeşitliliktir. Baştan beri ilk diye andığımız 1960 yılı 27 Mayıs’ındaki, hazırlanışında etkili olmuş güçlerden bazılarının niyetleri bakımından ve asıl olarak sonuçları itibariyle, emekçi halkın özgürlüklerini genişletmiş, ötekilerse bu özgürlükleri kısıtlayıcı amaçlarla ortaya çıkmış ve başarıya ulaşanlar bu amaçlarını gerçekleştirmişlerdir. Öteki farklılık görünümü ise kitle/halk/kamuoyu olarak anılan taraftan gelen desteğin varlığı ve yokluğu ya da gücü ve güçsüzlüğüdür. Örnek olsun, 27 Mayıs hem üniversite gençliğinin isyanı hem ona etkileyici biçimde arka çıkan halkın desteğiyle emir-komuta zincirini kırarak başarıya ulaşırken, 12 Eylül rejiminin ısrarla kullandığı halk desteği argümanının büyük ölçüde manipülatif bir nitelik taşıdığı, darbe öncesi kışkırtılan ve göz yumulan çete olaylarının varlığına ilişkin iddia ve olgularla anlaşılmıştır.

* * *

Yukarıda belirttiğimiz, var olan hükümeti iş başından uzaklaştırıp hükümet etme konumuna ulaşma anlamında başarılı olsun olmasın, bütün darbelerin tek tipliğini gösteren başlıca üç özellikten söz etmek mümkündür.

Birincisi, emekçi sınıflara, onların ideolojisine ve mücadelelerine açıkça düşmanlık göstersin göstermesin, bütün darbeler, yürürlükteki toplumsal-iktisadi düzeni onarma-güçlendirme-sürdürme amacı güttüklerini en başta açıkça belli etmişler ve bunu somut olarak göstermeye sıra gelmeden önce tersine bir niyet taşımadıklarını yeterli açıklıkta dile getirmişlerdir.

İkincisi, bütün darbeler, emperyalist batı dünyası ile gerçekleştirilmiş anlaşma ve ittifaklara bağlı olduklarını, öyle de kalacaklarını daha en başta kesin bir dille ilan etmişlerdir.

Üçüncüsü, bütün darbeler, üstelik en kısa sürede, demokrasiye geçileceği sözünü vererek işe başlamışlar ve, doğruya doğru, bu sözlerini üç aşağı beş yukarı tutmuşlardır. Buradan, ülkemizin darbeler tarihinin bütünüyle ortaya koyduğu bir sonuca ulaşabiliriz: Demokrasi, ara sıra ya da sık sık silkelenip hizaya getirilmeden varlığını sürdürememektedir; sürdürmesi tehlikeli ve, dolayısıyla, izin verilemez duruma gelmektedir. Kimler için tehlikeli, dolayısıyla izin verilemez olduğu ihmal edilmemek koşuluyla, ne kadar doğru!     

* * *

Artık belirginleşmiş olması gereken birkaç sonucu daha yazabilecek durumdayız.

Önce, şimdi kullanacağımız terimden anladığımızı, uzun boylu tartışmaya girmeden açıklamakta yarar var. “Siyasal islam”, ya da belki daha doğrusu, islamın siyasallaştırılması ile anlatmak istediğimiz, bu dinin, ister eklektik bir bütün olarak ister belirli hizipleri ile, her gün sürüp gitmekte olan sınıf mücadelesinin insanlar ve cinsiyetler arası ilişkilerden çocukların ve gençlerin eğitimine, toplumsal üretimin düzenlenişinden ülke savunmasına kadar bütün alanlarında kavganın bir aleti durumuna getirilerek bir tarafın yararına kullanılmasıdır.

Bu anlamda siyasal islamın ülkemizdeki geçmişi çok eskidir; daha öncesi hesaba katılmasa bile, yarım yüzyıldan çok daha gerilere uzanır. Emperyalist dünya tarafından sosyalizmin böğrüne sokulmuş bir ileri kol olma işlevi verilmiş ve bu işlevi istekle kabullenmiş egemen sınıfların yönetimindeki ülkemizde islamın siyasallaştırılarak toplumsal hayatın her alanında kullanıma sokulması, yoğunlukları dönem dönem farklılaşsa da, hiç vazgeçilmeyen bir çaba olmuştur. Siyasal islam, bir bakıma, kurucu ilkelerine ihanet eden 1923 Cumhuriyetinin çocuğudur. Bu yargı pek acımasız görünüyorsa eğer, biraz törpülemek için, olsa olsa, gayri meşru çocuğudur, denebilir.

Söz buraya gelmişken, siyasal islamın iktidardaki koluna büyük badire atlatmışlara özgü bir güç katmış görünürken, aynı zamanda, çok yaygın bir ideoloji olarak onu derinden sarsan etkilere yol açabilecek son darbe girişiminin, bir yanıyla, Dr. Frankenstein öyküsünü akla getirdiği ileri sürülebilir. Buna karşılık, yaratılmış canavar belli olmakla birlikte, onun yaratıcısı olan doktorun kim olduğu sorusunun AkP olarak yanıtlanması, büsbütün yanlış sayılamasa da gerçeklerle tam bir uygunluk içinde görünmüyor. Belki, şöyle bir ek yapıldığında daha iyi bir uyum sağlanabiliyor: Doktor Frankenstein, 1923 cumhuriyetinin ortaya çıkardığı en son yasal iktidar olarak, AkP’dir.

* * *

Sonucun sonucuna gelmiş bulunuyoruz.

Yalınlaştırarak yazarsak şöyle bir sarmaldan söz edebiliriz: Demokrasi-darbe ve onarım-onarılmış demokrasi-yeniden darbe ve yeniden onarım-bir kez daha onarılmış demokrasi…

Bu yazımda abartı pek az, işin özünü yansıtmak bakımından ayrıntı eksikliği ise çok fazladır.

Yansıtılışındaki yetersizliğe karşın, yine de çıkışsızlığı açıkça görülebilen bu sarmaldan kurtuluşun tek yoluna gelince, o da şimdiye kadar hiç gerçekleşmemiş olandır; emekçi sınıfların sosyalizmin kuruluşunu amaçlayan iktidarıdır.  Sınıfsal doğaları gereği düşman olanların saldırılarının yanı sıra böyle bir sarmalın içinde mutlu hayatlarını sürdürüp gidenlerin kimileyin bilgiçlikle gizlenmiş, kimileyin kendi teslimiyetlerini eleveren burun kıvırmalarına aldırmaksızın yinelenmesi gereken budur.

Bunu bıkıp usanmadan, inatla, inançla, bilgiyle ve tıkanıp kalışları, uğraşıp didinip bir türlü yol alamayışları aşacak bir yaratıcılıkla söylemek şarttır. Buradaki söylemek sözcüğünün anlattığı konuşmanın çok ötesindedir; yazıp çizmektir, göstermektir, sergilemektir, eylemektir.

Her konuda söyleyeceklerimiz vardır. Üstelik, yer yer insanlığın birikiminin herkese açık oluşundan kaynaklanan birtakım rastlantısal ve yüzeysel benzerlikler ortaya çıkabilecek olsa da, bizim sözümüz bütünüyle ve kökten farklıdır; fark edilecek ve gerçek kurtuluşun eylemine dönüşecektir.