Artık esaslı bir muhasebe gerekmiyor mu?

Şu anda yeryüzünde 1 Mayıs kutlamalarına ilişkin bizdekine benzer bir tartışma, atışma, kavga, mücadele var mıdır acaba; art arda sıraladığım sözcüklerle ve başka benzerleri de eklenerek anlatılabilecek bir durum başka nerede vardır? Şu anda derken, sadece bu yıl ya da geçen yıl olup bitenleri değil, daha eski yılları da kast ediyorum. Ama çok da geçmişe gidip karşı karşıya bulunduğumuz tabloyu iyice karman  çorman edecek ayrıntıları çoğaltmamak kaygısıyla, AKP’nin bir önceki yıl resmi bayram ve tatil ilan ettiği 1 Mayıs için anayasa referandumunun birkaç ay öncesinde Taksim’i açmasından daha geriye gitmemeyi uygun buluyorum.

Bu sınır çizgisi 2010 yılının 1 Mayıs’ına denk geliyor, hatırlanacaktır. O sıralarda AKP ileri gelenleri olabildiğince çok sayıda solcu ve sağcı seçmenin kabul oylarını almak üzere 12 Eylül istibdat rejiminin devrimci ve faşist kurbanlarını kürsülerde ayrı ayrı ve bir arada kutsuyor, göz yaşları içinde şiirler okuyor; o zaman koalisyon ortakları arasında yer verdiği, şimdi “fetö” terör örgütü adlandırmasını uygun bulduğu örgütün başı ise “ölmüşlerinizi bile kaldırıp sandığa getirin” fetvaları veriyordu. AKP hükümetinin bu pek demokratik 1 Mayıs serbestliği, kuşkusuz, ölümüne uğraştıkları sandık sonuçlarını sağlama bağlama çabalarının bir parçası idi.  Başka manevraların yanı sıra, bu 1 Mayıs’ı kullanma uyanıklığının ne kadar etkili olduğu üzerine spekülasyon yapılabilir; ama referandumun amaçlandığı gibi, hatta umulanın üzerinde bir başarıyla sonuçlandığına itiraz edilemez.

Anılan tarihten başlayarak üç yıl boyunca o meydanda yüksek katılımlı gösteriler yapıldı. Hükümet partisinin yöneticileri ülkeye demokrasinin bir nimetini daha getirdiklerini ileri sürerek böbürlendiler. Mayıs’ın sahipleri ise baskıyı, zorbalığı dize getirdiklerini düşünerek coşkulu kutlamalar yaptılar; o arada, bu kutlamaların birinde, sendika ağalarının abuk sabuk konuşmalarına daha fazla dayanamayarak onların toplaştıkları kürsüyü işgal de ettiler. Öte yandan, 1 Mayıs gösterilerinin öyle çok renkli, çok sesli, çok eğlenceli görünümüne bakarak “Tamam işte, neydi o kavga gürültü, toz duman, biber gazı falan, yakışıyor muydu yirmi birinci yüzyıl Türkiye’sine!” diye alkışlayanlar da oldu; “Ne ulan bu, Rio karnavalı gibi!” diye homurdananlar da… Birincilerin sesleri çok duyuldu;  ikincilerinki pek dar çevrelerde yankılandı.

Derken, 2013’te  meydandaki yer altı geçişi inşaatının göstericiler için tehlike oluşturacağı biçimindeki pek insani görünümlü mizahi gerekçeyle dört yıl öncesine dönüldü; son iki yılda ise gerekçe merekçe bir yana atılıp resmen ilan edilmemiş sokağa çıkma yasaklarıyla koskoca kent teslim alınarak yeni bir aşamaya ulaşıldı.

Bu yılki Taksim 1 Mayıs’ından, komünist gençlerin yaygın bir şaşkınlıkla karşılanan, ama aslında neden şaşırtıcı bulunduğuna şaşırılması gereken simgesel gösterisinin belleklerde kalacağı anlaşılıyor. Şaşıranlara şaşırmamın nedeni, o gençlerin mensup oldukları partinin, tarihsel kökleri demek istemiyorum, o bir yana, yasal bir siyasal parti olarak çeyrek yüzyıla yaklaşmış, başka bir anlatımla, epeyce uzun bir geçmişinin bulunması ve geçen yıllardaki benzer eylemlerinin unutulmamış olmasıdır. En azından, gazetecilik, tarih yazıcılığı, siyaset, siyasi polislik ve benzeri işlerle uğraşanlar için böyledir; bu saydıklarım ise küçümsenmeyecek büyüklükte bir kitle oluştururlar.

Bununla birlikte, o gençler ve  “emekçi halk hareketinin öncüsü veya öne çıkan, parlayan, akıl açan, yön gösteren önemli bir parçası” olmayı hedefleyen partileri, “ ne kahramanlık abidesi, ne teknik tasarım ustasıdır. (…) bugün ülkeye söyleyecek sözü olduğu için, o sözüne projektör tutacak eylemi organize etmeyi kafaya takan devrimci bir kolektiftir.” Tırnak içine aldığım satırları geçen hafta Aydemir Güler yazmıştı.

Şimdi, bu yılki 1 Mayıs’ı bir yana bırakıp yazının başlığındaki esaslı gözden geçirme konusuna değinelim biraz. Bu amaçla Aydemir’in aynı yazısından birkaç satır daha aktaracağım:

“Taksim belirli bir siyasal odaklanmanın ideal somut karşılığı olarak son derece büyük bir değere sahiptir. Ama siyasetin bıraktığı boşluğu doldurmak için Taksim hiç de büyük bir alan değildir. Daha doğrusu öyle bir büyüklük icat edilmedi!”

“(…) Bu 1 Mayıs da Erdoğancı saçmalığa endekslenmekten çıkamadı. (…) 1 Mayıs kutlamalarının genel ortalaması bu son derece geri düşmanla uğraşmış ve genel olarak ileri çekici bir etki yaratamamıştır.”

Son cümleden devam edersek, ileri çekici bir etki yaratılabileceğine ilişkin herhangi bir belirti de yoktu zaten. İşin kötüsü, bu herhangi bir belirtinin, işaretin, umut ışığının olmayışı, yıldan yıla belirginleşerek süren bir durumdur.

Bir kez, emekçi sınıf hareketini ileri çekici bir etkinin yaratılabilmesi için, öyle bir niyetle hareket edilmesi gerekir. Hepsi bir yana, yasaklayıcı otorite ile müzakere edilirken yıllardır hiç vazgeçilmeyen argüman, bu niyet eksikliğinin bir göstergesidir. En çok tekrarlanan bu gerekçe, 1977 katliamında yitirilenlerin aynı yerde anılmasıdır. Bu artık karşı tarafın da neredeyse benimsediği ve hak verdiği bir gerekçe olmuştur. Ancak, tamam buyurun gelin, anmanızı yapın, ama bunun için on binlerce kişi neden şart olsun, denilmektedir. Tam bir halden anlama tavrı! O kadar ki, bu gidişle, gelecek yıl, iyi niyetlerinin büyüklüğünü göstermek için, sendika başkanları, yöneticileri, seçeceğiniz az sayıda  üyeleriniz gelsinler o yokuşun başına, yapsınlar anmalarını, memleketin en tanınmış hafızlarını getirtip Kur’an okutmak da bizden, diyecekler.

“Mücadele günü” olarak tanımlanmış bir gün için yer belirlenirken, hatırlayabilenlerin sayısının git gide azaldığı bir geçmişte katledilmiş mücadelecileri anmanın  hâlâ ilk öne sürülen gerekçe olabilmesi, en başta o mücadelecilerin anılarına saygısızlıktır.

Öte yandan, diyelim, beş yıl önce olduğuna benzer konjonktürel bir nedenle, devlet otoriteleri Taksim’i yeniden açtılar. Bir zafer mi olacak bu? Zafer bir yana, mütevazı bir kazanım sayılması için bile, bugüne kadar yapılabilenlerden oldukça farklı işler yapılmış olması gerekmeyecek mi?

Ayrıca, kürsüsünde en iyimser olasılıkla içi boş ve bıkkınlık veren nutukların atılacağı, o arada, alanı dolduranların kanına dokunan sınıf uzlaşmacılarının da yer ve söz sırası bulacakları, karnavala dönmüş bir 1 Mayıs, hangi birlik, dayanışma ve mücadeleyi, nereye taşıyabilecektir? Nihai hedefe katkısı hiç gözetilmeden örgütlenmiş 1 Mayıslar daha ne kadar binlerce ve on binlerce devrimciden enerji çalmaya, moral bozukluğu ve çaresizlik duygusu yaratmaya devam edecek? Sözlerine ve müziğine ilişkin eleştirel düşünceler bir yana, kulaklarımıza değdiğinde içimizi titretmeyi başarabilen, biz diyerek değil kendi adıma konuşayım, her defasında, hele alanlarda dinlediğimde beni coşturan o marşta da “devrimin şanlı yolunda ilerleyen halkın bayramı”ndan söz edilmiyor mu?

Onun öncüsü, savaşçısı, yol göstericisi olma iddiasını taşıyanlar dahil, devrim yolunda ilerleyemeyen bir halk için 1 Mayıs, olsa olsa, bayram dinlencesi olur, standart bahar işkencesi olur, karnaval eğlencesi olur.