Anlat anlat, hep bi karış…

Aydemir Güler’in, bu Pazartesi günkü yazısını, “Solda bir dizi sorunun çaresi yöntemsel olarak sosyalist devrimciliktedir” cümlesi ile bitirdiğini okuduktan sonra, benim yazımın da konusu belli oldu, diye düşünmüştüm. Ama, Cuma günü okuduğum bir başka yazı, bu düşüncemde ısrarlı olmamı güçleştirdi. Zaten, Aydemir de o yazıyı “daha sonra devam etmek üzere” noktalamıştı. Bundan destek alarak ve önce o devam etsin hele, diyerek caydım gitti.

Beni ilk düşüncemden vazgeçiren, Kaan Arslanoğlu’nun buradaki son yazısıydı. İkimizin zaman zaman, belki de sık sık, ortaklaşa kafayı taktığımız, ama bu ortaklaşmanın birbirimizden habersiz olarak gerçekleştiği konulardan biridir: İnsanlara neyi, nasıl anlatmalıyız/anlatıyoruz ve onları ne kadar etkiliyoruz? Aynı işi başkaları nasıl ve ne ölçüde becerebiliyorlar? Arslanoğlu’nun son yazısından özellikle vurgulamak istediğim satırları buraya aktaracağım, ama daha sonra…

Önce, aynı olmasa da benzer başlıklarda, son 6-7 yıldır yazdıklarıma bir göz atacağım.

Bundan yedi yıl önce “ikna” etmekten söz ederek şunları yazmışım:

“Birincisi, bir ya da birkaç kişiyi, şu veya bu büyüklükte bir topluluğu, belli bir sorunun, olayın nelere bağlı olarak, nasıl ortaya çıktığı, nasıl geliştiği, hangi sonuçlara yol açtığı, gerçekleşmiş ve olası etkilerinin ya da uzantılarının neler olduğu, vb. konularda ikna edebilirsiniz. Konuştukça, açıkladıkça, ‘doğru söylüyorsun, haklısın, tam da anlattığın gibi’ türünden tepkilerle karşılaşabilirsiniz. Ne kadar güzel! Boşuna nefes tüketmemiş, vaktinizi çarçur etmemişsiniz demektir. Ama, doğruluğuna, geçerliliğine inandırdığınız konuda harekete geçmeyi sıkıntı yaratıcı, acı verici, kabul edilemez olduğuna ikna ettiğiniz durumu değiştirmek için bir eylemde bulunmayı önerdiğinizde, ‘dur bakalım, biraz daha düşünelim’ yollu bir kararsızlıkla yahut ‘acaba işe yarar mı, derde deva olur mu, yoksa daha da kötü durumlara düşer miyiz, elimizdekinden de olur muyuz’ türünden sorularda anlatımını bulan bir tereddütle karşılaşabilirsiniz. Buna, böyle bir sonucun elde edilmesi durumuna ‘pasif ikna’ demeyi öneriyorum.

İkincisi, bütün o sürecin sonunda, ‘şunu ya da şunları yaparsak, çözeriz, üstesinden geliriz’ diyerek önerdiğiniz işin peşine düşülmesini, gerçekleştirilmesinin gerekliliğini ortaya koyduğunuz eyleme sahip çıkılmasını, omuz verilmesini sağlayabilirsiniz. Bu sonucu da ‘aktif ikna’ diye adlandırmak mümkün görünüyor.

Bunların her ikisi için de geçerli koşulların bazılarını hemen sayabiliriz: Sağlam, tutarlı bir bakış açısına, ele aldığınız konulara ilişkin yeterli bilgi birikimine, belli bir anlatma ve açıklama yeteneğine sahip olmanız karşınızdakilerinse hem nesnel olarak hem de öznel niyet ve beklentileri açısından anlattıklarınızın alıcısı durumunda olmaları, bunlar arasındadır”

Yine o günlerde, geçmişte yapılanlar ve şimdi yapılmakta olanlar anlatılırken, karşılaşılan güçlüklerin, eziyet ve işkencelerin aktarılmasında sık sık düşülen bir ölçüsüzlüğe değinmişim:

“İnsanları sadece ya da öncelikle özveriye, acıya, dur durak bilmeden çalışıp çabalamaya çağırarak hiçbir yere varılamaz onların çok büyük bölümü zaten çalışıp çabalamaktadır ve tarifsiz acılar içindedir. Yıllarca acıların ve ‘boşa kürek sallamak’ türünden deyişlerin ortaya çıkmasına yol açmış çabaların içinde bunalmış insanlara kalkıp bir de ‘gel, mücadeleye katıl ve yaşamadığın daha ne acılar, perişan olmadığın ne sonuçsuz yorgunluklar varmış, gör’ dercesine çağrılarda bulunmanın herhangi bir inandırıcılığı ya da çekiciliği olabilir mi? Devrim ve sosyalizm mücadelesindeki kahramanlıkların insanlığın kültür birikimine eklenmesi için yazılıp çizilenler bir yana, örneğin, bizim ülkemizde sıkça yapıldığı gibi çekilen eziyet ve işkenceleri neredeyse ballandıra ballandıra anlatırsak, (…) bunun ‘yol yakınken bu işleri bırak’ mesajı biçiminde algılanması muhtemel değil midir? Herhalde öyledir elbette, eğer mazoşizm olağandışı bir sapkınlık olmaktan çıkıp insanların genel eğilimi durumuna gelmemişse...”

Anlatacaklarımızda ve anlatma biçemimizde bulunması gereken bir özellik ise birkaç yıl sonra, 2006 yılının Kasım ayındaki bir yazımda konu edilmiş:

“Anlattıklarımızda bir heyecan yoksa, örtük ya da açık biçimde söylediklerimizin muhataplarımızı coşturacak bir yanı bulunmuyorsa, üstelik hem anlatış biçimimiz, hem o sırada içinde bulunduğumuz ruh durumu, pek sönük, kendi anlattığına ne kadar inandığı bile belirsiz bir izlenim yaratıyorsa, çene yormanın alemi yok demektir. Çene yorana da artık nezaketten mi yoksa nereden ileri geldiği bilinmez bir mecburiyetten mi her nedense dinlemek durumunda olanlara da yazıktır.

İnsanlara, özellikle de emekçi insanlara korkudan doğan heyecanın dışında başka bir coşkunluk olasılığı tanımayan kapitalizmi, bugün aynı anlama gelmek üzere, emperyalizmi yıkıp geçmek için uğraşanlar heyecan duyamıyor ve/veya aktaramıyorlarsa, neden sürdürdüklerine akıl sır erdiremeyeceğimiz uğraşları boşunadır”

Kendi yapıp ettiklerimize yönelik eleştirel bakış çerçevesinde, insanlara yaptığımız çağrıları irdeleme anlamında satırlar da yazdığım anlaşılıyor. Biraz daha yakın zamanlara gelindiğinde, 2009 Haziranında, bu kez Arslanoğlu’nun o günlerdeki bir yazısına göndermede bulunarak yazmışım. “İçlerinde ne kadar doğru, gerçek, sorumluluk anımsatma, mücadeleye çağırma ögesi bulunursa, o ölçüde sıkıcı, itici, sapkın, marjinal bulunuyor yayınlarımız” demiş o yazısında Kaan. Ben de oradan devam etmişim:

“Anlattıklarımızda bulunan öğelerden ‘sorumluluk anımsatma’ ve ‘mücadeleye çağırma’ biçiminde dile getirilenleri dikkate alalım ve yayınlarımız yerine de genel olarak halk kitlelerine yönelik ajitasyon ve propaganda çalışmalarımızı koyalım. Burada, önce, kimlere neyi anlatmayı amaçladığımız, hemen ardından da nasıl anlatmamız gerektiği, en önemli iki başlıktır. Arslanoğlu’nun değindiği ‘sorumluluk anımsatma’ ve ‘mücadeleye çağırma’ öğeleri, neyi anlatıyorsak anlatalım ve kimlere sesleniyorsak seslenelim mutlaka bulunması gereken öğeler değildir. Hatta, bazı durumlarda, bunların bulunmaması daha doğrudur. Örneğin, bir seçim çalışması sırasında, pek çok bakımdan, özellikle de siyasete bakışları ve yakınlıkları açısından farklı niteliklerde ya da bu tür niteliklerini hiç bilemediğimiz emekçilerden oluşan bir topluluğun karşısında konuşurken, onlara, ‘Biz aslında oy istemiyoruz, ya da, bizim asıl muradımız sizlerden oy istemek değil. Size sorumluluğunuzu hatırlatıyoruz yahut, sizden mücadeleye katılmanızı bekliyoruz’ demek, çoğu kez, onlarda ‘Eh, iyi o zaman, ben de oyları böler miyim diye kuşkudaydım zaten. Şimdi gider, gönül rahatlığıyla altı oka basarım mührü’ diyen bir iç sesin egemen olmasına yol açar”

Bundan üç ay kadar sonra da, bu kez, neleri bile anlatmak durumu ile karşı karşıya kaldığımızı konu edinmişim. Bunların böyle kronolojik olarak da mantıksal bir sıralamaya az çok uygun olduğu gibi bir izlenim doğmuşsa şu ana kadar, düzeltmek dürüstlük gereğidir bütün bu alıntıları seçip sıralarken böyle bir hava vermeye çalıştığımı itiraf etmek durumundayım. Bununla birlikte, latife bir yana, böyle bir gözden geçirmenin ileride yapılabilecek daha kapsamlı bir inceleme için malzeme hazırlamak anlamına geleceğini de aklımdan geçirmiş olabilirim.

“Kendiliğindenliği kımıltısızlık düzeyine gerilemiş bir sınıfın kendi koşullarını kendi yaşadıklarından kendi başına kavrayıp öğrenebilmesi olasılığı yüz yıl öncesine göre epeyce azalmıştır. Bir de buna ‘Hayır, senin yaşadığın aslında kötü değil, iyidir!’ diyen karşı tarafın çok daha deneyimli, donanımlı ve fütursuz olduğu eklenirse, neyi anlatmak ya da neye öncelik vermek gerektiği sorusu basitliğini yitiriyor. Kötülüğü apaçık olanın kötülüğünü göstermek gibi bir zorunluluk da ortaya çıkıyor sanki.

Her gün yaşanmakta olanın kötülüğünü de ‘nasılsa biliniyor’ demeden göstermenin yanı sıra, iyinin ne olduğunu gösterip anlatmanın önemi, salt önceki o ilkel zorunluluk yüzünden, belki de her zamankinden daha fazla artmıştır. Emekçi insanlara kurtuluşun nerede olduğunu göstermeden, onların her günkü yaşantılarında süründüklerini fark ettirmek imkânsız duruma gelmiştir! Evet, bu cümlenin sonuna bir ünlem işareti koyuyorum çünkü, bu gerçekten çok şaşırtıcı, daha önce karşılaşılmamış bir durumdur”

Ne zamandır yazdıklarımdan kendime ve okurlara yaptığım şu son hatırlatmanın, öncekilerle birlikte, Arslanoğlu’nun iki gün önce buradaki yazısında okuduğum ve beni konu değiştirmeye zorlayan satırlarıyla oldukça açık bir bağlantısı var bence. Şöyleydi o satırlar, yazı da öyle bitiyordu zaten:

“Recep Tayyip Erdoğan toplum önüne dimdik çıkıp bağırmaya başladı mı, ona oy vermeyenlerin bile çoğu şöyle düşünmeye başlar: ‘Tamam, bu toplumun lideri bu!’ Erdoğan toplumun alt bilincine seslenir. Bizler, solcularsa üst bilince seslenmeye çalışırız. Alt bilinç üst bilinçten onlarca kat geniş temelli ve güçlüdür toplumda oysaki. Söz gelimi bir gün çıkar ‘Dindar nesil yetiştireceğiz!’ der. Ertesi gün buna benzer başka şey. Biz aydınlar genelde ne yaparız, ne dediyse tersinin doğru olduğunu kanıtlamaya çalışırız. ‘Dindar olmayanlar kötü mü, dindarlık üstünden eğitim planlamak bu çağda hiç olur mu!’

Tamam, üst bilinçte bunlar değerli savlardır. Vazifedir yapıyoruz. Ama alt bilinç katında kılla tüyle eşdeğerdir söylediklerimiz. Alt bilinç milyonlarca insanın günlük yaşamdaki, somut ve sert yaşamdaki görünür ve görünmez derin kaygılarına, korkularına, arayışlarına bağlı olandır.
Zizek diye biri çıkmış, dünyayı yönetenlerin, (Amerikalı iktidar sahiplerini kast ederek) aptal olduklarını ileri sürüyor. Aptal maptal ‘sakin ve teslimiyetçi’ hali yaratıyorlar mı yaratamıyorlar mı?”

Bu arada, son cümledeki soruyu karşılıksız bırakmayalım: Doğruya doğru, aptal olduklarına ben de katılsam, böyle bir aşağılamayı haksız ve gerçekçilikten uzak bulmasam bile, öyle bir hal yaratabildikleri apaçıktır. Üzerine gidip kafa yormamız gereken sorun da buradadır işte: Bunu nasıl yapabildiklerini bilimsel bir açıklamaya kavuşturabilirsek, bilimsel derken anlatmak istediğim, bildiğimiz, nedensellik bağlarını kuran bir açıklamadır, pratikte de çok işe yarayabilecek birtakım sonuçlara ulaşabiliriz. Kaan’ın kullanmakta olduğu alt bilinç, üst bilinç kavramları bana uzak geliyor. Uzak derken, yersiz ya da yanlış buluyorum anlamında değil, bu tür birçok bilmişlik düpedüz densizlik olur, sadece kendi düşünme sürecimde kullanabilecek kadar özümseyebildiğim, daha az süsleyerek yazarsam, gelmişini geçmişini bir en az açıklıkla bildiğim kavramlar değil bunlar. Benim de içinde sayılabileceğim bir solcu kuşağı için, insan bireyinin ruh durumlarına ilişkin bilimsel incelemeler, biraz burun kıvrılarak bakılan alanlar arasında yer almıştır en azından, düşünsel beslenme kaynakları arasında bu alanlar pek bulunmaz. Oysa, biliyoruz ki, bireyler bir yana, insan toplumlarının ruh durumları da bilimsel inceleme konusu durumundadır. Dolayısıyla, benim cehaletimle ilgili bir durum burada sözünü ettiğim uzaklık. Ama, şöyle bir değinilip geçilirken yazılanları okuduğumda bile, açıklayıcı ipuçları bulunduğunu az çok fark edebiliyorum.

Her neyse, sözün özü, yapılacak işler, çalışılacak konular biriktikçe birikmekte, buna karşılık, ömürler kısaldıkça kısalmaktadır.

Yeri gelmişken, kafiyenin bozulmuş olmasından da değiştirildiği anlaşılmıştır, yazının başlığındaki, emekçi mahallelerinden aktarılma tekerlemenin aslı şöyleydi: Çalış çalış, hep bi karış…