Anılar geçmişte kalmaz

Aslında bambaşka bir yazı tasarlamıştım. Gelenek dergisinin son sayısında yayımlanan Barış Zeren imzalı yazıyı okurken, orada sözü edilen Çarlık burjuvazisine ilişkin bazı özelliklerin bana hatırlattığı benzerliklere değinen, belki de onlardan yola çıkarak değişik uzantılara yönelen birtakım notlarım olabileceğini düşünmüştüm. Ama, Çarşamba günü Yalçın Hoca’nın buradaki söyleşisinden sonra, daha rahat okunabilen, artık pek yeniliği kalmamış deyişle biraz da “nostaljik takılan” bir havada yazmanın, yılın son yazısı için uygun düşebileceği kanısına ulaştım. Böylece ilk düşüncemi ertelemiş oldum.

İki yıl önce şu sıralarda, neredeyse çocukluğumdan başlayarak öğretmenlerim olmuş insanları, bazılarının adlarını da vererek anan, onlara minnet duygularımı dile getiren bir yazı yazmıştım. O insanların bir bölümü, geçen günkü söyleşide Yalçın Küçük tarafından sözü edilen insanlar. Diyeceğim, kendisinin de içinde olduğu bazı hocalar, iyilikle andığı ODTÜ yıllarında öğretmenlik yaparlarken, biz de öğrenciydik oralarda. Zaten andığımız okul genç bir üniversiteydi o zamanlar. Öğrencilerinin genç olması doğal elbette, ama öğretmenleri de genellikle genç insanlardı. Bizimle aralarında, bir ortalama alırsak, genellikle 10-15 yaşı geçmeyen bir fark vardı.

O yazımda “12 Eylül’ün azgınlığı geçmemiş günlerinde” bir sabah, gazetede gördüğüm bir fotoğraftan söz etmişim. O fotoğrafta YÖK ile ilgili bir basın açıklaması yapmış üç profesör var, üçü de farklı zamanlarda öğretmenlerim olmuşlar: bir hukukçu, bir iktisatçı, bir de tıp profesörü. O üçünün, özellikle de ilk ikisiyle üçüncüsünün aynı karede bulunmasına şaşırmışım besbelli. Şaşırmakla birlikte sevindiğim de açıkça anlaşılıyor yazdıklarımdan.

Şöyle devam edip bitirmişim 1 Ocak 2016 günkü yazıyı:

“Oradaki ilk iki figür de öğretmenlerim arasında. Biri, Rona Aybay; siyaset anlatıyor ve o sırada hukuk öğretmeyi ihmal etmiyor. Öbürü, Oya Köymen, iktisat ve iktisat tarihi dersleri alıyoruz.  Bir ara yoldaşlık da yapmışız. Hüseyin İnan’la ikimizin ve daha başka arkadaşların çok sevdiğimiz bir hocamız.

Demek, ‘Görkemli Onyıl’ın ikinci yarısındayız ve ODTÜ yıllarındayız. Başka bir anlatımla, ‘kampüs devrimcileriyiz!’ Kulağımıza geliyor, bunu bize yakıştıran Doğu Perinçek, öyle diyesiymiş. Eski sözcükle tam bir ‘bühtan’ aslında, kara çalma, haksızlık. Ne kampüsü, bir ayağımız, sık sık da iki ayağımız birden dışarıda. Toprak işgalleri yapan yüzlerce kilometre uzaktaki köylüleri desteklemeye gidiyoruz, yollarda ilk ölümüzü veriyoruz, grevlere gidip gözcülük yapıyoruz, işçilerle muhabbetleri koyultuyoruz, partide çalışıyoruz. Öğrenciyiz ayrıca; bilimi, sanatı öğrenmek; dünyayı, dünyanın hallerini anlamaya çalışmak, birincil işimiz.

Hocalarımızla aramız çok iyi. Eski plancılarımızdan, bize Türkiye ekonomisini ilk öğretenlerden, şimdi aramızdan göçük Attila Sönmez; sonra, bir başka plancı, Necat Hoca, Erder, siyaset bilimi öğretiyor; onu andığımıza göre, atlamak olmaz, Cem Çakmak, muzip, sevimli, sınavların son anında bir gayret bir iki cümle daha yazmaya uğraşırken, ‘Yeter ulan bizi bilinçlendirdiğiniz!’ diyerek önümüzdeki kâğıdı çekip alan Cem abimiz. Bir yandan bize ‘üniversitede iktisat eğitimi nasıl olmalı’ diye ödevler hazırlatıp bir yandan delikanlı nobranlıklarımıza gönül koyan, biraz fazla alıngan, hep efendi, Fikret Görün hocamız. Cin fikir, kırk akıl, Sosyalist Fikir Kulübü üyemiz, erkenden gidenlerden Ergin Günçe; sevgili şairimiz.

Burada adlarını yazmamın pek anlam taşımayacağı; ama üzerimizde olumlu etkiler bırakmış, başka ülkelerden değerli bilim adamları.

Ve elbette Yalçın Hocamız. Başlangıcı 1970’e dayandığına göre, 45 yıldır, önce üniversitede hocam, sonra yoldaşım, dostum, ağabeyim; kendisinden dağlar deryalar öğrendiğim, çok da kızıp kavga ettiğim; hapisliklerinden birini yatarken altmışıncı yaşı için hazırladığımız armağan kitabında ‘bizim buzkıran gemimiz’ yakıştırması yaptığım Yalçın Küçük…

Nihayet, ellinci yılıma girmeme sadece bir adım kalmış örgütlü toplumsal mücadele içindeki, herhangi bir okul sistemi kapsamında öğrencileri olmadığım, ama yazdıklarını okuyarak, anlattıklarını dinleyerek, yaptıklarıyla ortaklaşarak paha biçilmez birikimler edindiğim benden çok büyük, kendi yaşlarımda ve benden çok küçük insanlar…

‘Şans’ denebilecek bir şey varsa, bundan başka ne olabilir ki?

Halkımızın çok sevip kullandığı deyişle, hepsinin ve değişen ölçülerde olmak üzere her birinin ‘üzerimdeki emeği çok büyüktür’. Ancak, ne yazık, onca emeğin karşılığını verebildiğime hiç emin olamadım; bundan sonra olabilir miyim, bilinmez!

Elimizden gelenle yetinmek olmuyor anlaşılan, daha iyisini zorlamak gerekiyor.”

İki yıl önce adlarını belirttiklerimden Necat Erder Hocamızı benim o yazıda kendisini anmamdan 6 ay sonra kaybettik. O yazıda sözünü etmediğim Selim İlkin de bir iki ay önce aramızdan ayrıldı. Bu iki yıl boyunca başka kayıplarımız oldu mu, onu da bilmiyorum ayrıca. Üzüntü verici olmakla birlikte, çok doğal. Ölüm olmasa hayat da olmazdı ve vice versa.

Benim bugünkü yazı konumu değiştirmeme yol açan söyleşide şu sözler de yer alıyor: “(…) ODTÜ yepyeni bir üniversite oldu. 12 Mart ile bizleri kovdular. Ama iki çılgın fakülte, Mimarlık ve İdari İlimler bir heyecan oldular. Çok memnunduk. Ve ODTÜ hâlâ bizim için heyecandır. Yaşamaktadır.”

Bu söylenenlere birkaç ek yapabilecek durumdayım.

Hoca’nın 1970’te sovyet ekonomisi çalışmalarını tamamlayıp Birmingham’dan ODTÜ’ye döndükten sonra verdiği iki önemli dersi iyi hatırlıyorum. Biri “İktisadi Planlamanın İlkeleri”, ötekiyse “Sovyet İktisadi Kalkınması” adını taşıyordu. Derslerin içeriği elbette önemliydi ve, herhalde bir abartma olduğu düşünülmemeli, ülkemizin üniversite tarihinde benzeri görülmemiş bir nitelik taşıyordu her ikisi de. Ama benim burada değineceğim çok ilginç bir yanı daha vardı derslerin: O sıralarda Türkiye solundaki fraksiyonların hemen hepsi sınıfta en az bir öğrenci ile temsil ediliyorlardı. Ancak, bütün o öğrencilerin, anlamsız polemikler yapmaktan çok, öğrenmek amacıyla adlarını verdiğim seçmeli dersleri aldıklarını belirtmekte herhangi bir yan tutma kaygısı bulunmadığını rahatlıkla söyleyebilirim.

Aynı söyleşideki “iki çılgın fakülte” konusunda da bir iki söz edebilirim. Yanlış hatırlamıyorsam, üniversitenin dört fakültesi vardı o sıralarda. Öteki iki fakültenin öğrenci sayıları “çılgın” olarak nitelendirilen bu ikisininkinden epeyce fazlaydı. Buna karşılık, bizimkilerde devrimci öğrencilerin toplam sayısı basbayağı çoğunluğu oluşturuyordu. Gelgelelim, bizim İdari İlimler’deki devrimcilerin sayısı, Mimarlığa göre daha azdı. Bu bizim Fikir Kulübü üyeleri arasında zaman zaman tartıştığımız, “çözüm” aradığımız bir sorundu. Bu sorunu, hangisi olduğunu şu anda hatırlamadığım bir işgal eyleminde, artık gece yarısı mıydı yoksa daha geç bir saat mi, rektörlük binasındaki bir odada, yerdeki duvardan duvara döşenmiş halının üstüne kirletmemeye özen göstererek oturup, ne yazık inandırıcı bir sonuca ulaşamamış hararetli bir tartışmanın konusu yaptığımız hâlâ belleğimdedir. O zaman üzerinde durmakla birlikte hepimizi inandırmış olabileceğinden kuşku duyduğum nedenlerden birini, bu yaz başlarındaki bir mezunlar günü töreninde karşılaştığım manzara bir kez daha aklıma düşürdü. İktisat ve kamu yönetimi bölümlerinden 45. ve 50. yıl madalyası almaya gelenlerin sayısı dördü beşi geçmiyorken, işletme bölümünden gelenlerin sahneye çıkışları ardı arkası gelmeyen bir akışa dönüştü; sonunda sahnede adım atılacak yer kalmadı. Bu durum, onca yıl önceki öğrenci mevcutlarının da neredeyse bire bir yansıması idi. Ne denebilir, o zamanlar da “vulgarize edilmiş iktisat” olarak tanımladığımız, kapitalist firmaya teknisyen yetiştirmeyi amaçlayan işletme disiplininde eğitilmiş öğrenciler arasından devrimci çıkma olasılığı herhalde daha azdır. Yine bir örnek, ama bu kez daha uç bir örnek olsun, ilahiyat okuyup da devrimci olmak ise çok daha az görülen bir durumdur.     

Hatırladıklarım sadece silikleşmiş kişisel anılar olarak kalmasın, belki bunları tarih yazımı amacıyla kullanmak isteyenlerin çıkabileceği düşüncesiyle ekleyelim, iki gün önce soL’daki söyleşide değinilen 12 Mart ile üniversiteden atılma konusu ise, 1972 yılının yaz aylarına rastlar. Biz de Hoca da o sıralarda üniversiteden ayrıldık. Biz mezun olarak o ise atılarak... Hangisi daha önceydi, kesinlikle söyleyebilmem kolay değil; ama arada olsa olsa bir ya da iki aylık bir süre vardı.

Bu anı kırıntılarını bir bürokrasi anısı ile bitirelim.

Doğrudan içinde bulunma sürem iki yıla bile ulaşmamakla birlikte, çok daha uzun bir süre boyunca, devlet bürokrasisinin değişik kurumları ile çeşitli ortak çalışmalar ve bağlantılar dolayısıyla edindiğim kanıtlarla izlenimlerin gösterdiği, Yalçın Hoca’nın bu söyleşide dile getirdiği ile belli ölçülerde çakışıyor: “Burada şu önemli, o zaman devlet bizdik, devlet Türkiye aydınıydı. Şu anda hiçbirimiz devlette bir odacıyı tanımayız, devlet gitti, devlet köylülerin, cahillerin ve şeriatçıların eline geçti.”

Az önce farklı biçimlerde üniversiteden ayrıldığımızı belirttiğim yılın son aylarına doğru, merkezi bürokrasideki ilk ve son işime başladım. Yöneticimiz, resmi unvanı ile “daire başkanımız”, tam bir cumhuriyet aydını ve eşsiz bir beyefendi idi. Babam yaşındaydı ve bazı konularda kendisinden daha bilgili olduğumu düşünerek, ayrıca başka türlü davranmayı hiç beceremediği için, beni şaşırtacak, çoğu kez de utandıracak kadar saygılı davranırdı. Çalışırken saatin kaç olduğunu hiç aklına getirmezdi. O sıralar “Bi sen eksiktin ayışığı/ Gümüş bir tüy dikmek için manzaraya!” diye diye gittiği Adana Cezaevi’nde yatmakta olan büyük şairlerimizden Can Yücel’in ikiz kız kardeşi Canan Hanım ile evliydi. Dönem, her ne kadar sonuna yaklaşmış olsak da, 12 Mart dönemi idi ve Muammer Eronat, bu tepeden tırnağa soylu insan, Çalışma Bakanlığı’nda saygın bir yönetici konumundaydı. Demirel’in has adamlarından, kabadayı edalı bir siyasetçi olan Ali Naili Erdem bakan oluncaya kadar da herhangi bir itilip kakılmaya, moda deyişle “mobbing”e uğramadan çalışıyor; gençlerle işbirliği yapıyor, onları koruyup kolluyordu.

Ne yazık, iki yıldan biraz daha kısa sürdü onunla birlikte çalışmamız.

Doğrudur, cahilleşme de çoraklaşma da sürüleşme de her yerdedir ve gelecekte birlikte iş görebileceklerimizin sayısı iç karartacak ölçülerde azalmıştır.

Kendimiz bulup çıkaracağız, kendimiz yetiştireceğiz. Başka yolumuz kalmamış görünüyor. Buradaki biz öznesinin anlattığı, aydınlar olarak adlandırılan toplumsal katmandan gelenlerin de içinde yer aldığı bir sosyalist devrimciler toplamıdır.