1 Mayıs’tan notlar

Bir zamanlar emekçiden yana, popüler bir gazeteci vardı. Cumhuriyet’te yazardı. Adı Mustafa Ekmekçi idi. Kendine özgü biçemiyle, yazıları imzası kapatılarak okunsa bile onun yazdığı anlaşılabilirdi. O biçemin parçası sayılabilecek bir özelliği de şuydu: “Ankara notları” başlığını taşıyan köşesinde, son bir iki gün içinde bir toplantıda, bir etkinlikte, hatta sokak ortasında karşılaşıp konuştuğu kişilerden, o konuşmalardan, çoğu kez isim de vererek söz ederdi. Bir ara, öyle kendisinden söz edilmesinden pek hoşlanmayan kişiler arasında “Aman, Ekmekçi’ye görünmeyelim!” sözü hem bir şaka hem de basbayağı ciddi bir uyarı olarak tekrarlanır olmuştu.

Benim şimdi yazacağım notlar da biraz öyle olacağı için kendisini kaybetmemizin üstünden 22 yıl geçmiş bu halkçı gazetecimizi anarak başladım. Ancak, ben isim vermeyeceğim; Ankara mitinginde benimle karşılaşmış olanların kaygılanmasına gerek yok.

***

Bu 1 Mayıs ile ilgili ilk izlenimim, korteje ulaşmadan önceki birkaç arama noktasında gösterilen aşırı titizlik oldu; buna “tuhaf” sözcüğünü eklemek doğru olur. Şu basit, plastikten yapılma çakmaklar toplanıyordu; ayrıca tükenmez ve benzeri kalemlere de izin yoktu. O arada, yürüyüşe gelen kadınların çantalarındaki rujlara da el konuyordu. Neyin nesidir, diye düşünürken, takipçi bir kadın arkadaşın meslektaşlarına göre daha hoşgörülü bir kadın polisten rujlarla oraya buraya yazı yazılmasını engellemek için böyle bir önleme başvurulduğunu öğrenmesiyle, bir nebze olsun merakımız giderildi.

***

Elbistan’dan Urfa’ya 1 Mayıs mitingine giden emekçilerin araçlarının kaza yaptığını, 5 işçinin öldüğünü öğrendik o arada. Bizim ülkemiz için yılın herhangi bir gününde şaşırtıcı olmayan bir haberdi. Ama beni birçok kimseden daha farklı etkilediğini sanıyorum bu olayın. Elbistan, babamın ortaokulu okuduğu yerdi. Cumhuriyetin ilk yıllarında kendi memleketi olan Gürün’de orta mektep olmadığı için el kadar çocuk haliyle Elbistan’a gitmiş. Kalabalık ailesinden ilk ve tek okuyan olacak; olmuş da sonunda. Kendisinden bunu ilk dinlediğim çocukluk günlerimden beri ne zaman Elbistan adı geçse kulak kabartırım. Elbistanlı işçilerin 1 Mayıs toplantısına giderlerken başlarına gelenlerden bu kadar etkilenmemin nedeni de buydu herhalde.

***

Uzunca bir süredir, nerede yapılırsa yapılsın, 1 Mayıs günleri ve gösterileri işçilerin, emekçilerin kurtuluşları için konuşup eyledikleri ortamlar olmaktan önemli ölçüde uzaklaşmış durumda. Miting alanına kadar gerçekleştirilen yürüyüşler tamamlanınca, 1 Mayıs toplantısı tamamlanmış gibi oluyor. Meydandaki kürsülerden yapılan konuşmalar, genellikle, orada toplananları ya pek az ilgilendiren ya da hiç ilgilendirmeyen bir içerikte, o içeriğe uygun biçimde irat edilen kuru, heyecansız, dinlenmesi pek güç nutuklardan öteye geçmiyor.

Dolayısıyla, kimse asıl mitingle ilgilenmiyor, miting başlarken bitmiş oluyor. Buna karşılık, birtakım hoşluklar da yaşanıyor oralarda. Bir süredir görüşemeyen insanlar kortejlerde karşılaşıp çok çeşitli konularda ayak üstü sohbetler yapma fırsatını bulabiliyorlar.

Örnek olsun, benim de başımdan böyle bir olay geçti bu 1 Mayıs’ta. Bizim çocuklardan biriyle karşılaştım. Gençlerbirliği’nin, nasıl diyorlar, “tribün liderleri”nden. Geçen 1 Mayıs’ta da karşılaşmıştık ve ona “Oğlum, n’oluyoruz, düşüyoruz galiba!” diye kaygıyla sormuştum. “Durum kötü abi, bu haftaki maçı alamazsak, düşeriz.” demişti. Öyle de olduydu, o haftaki maçı kaybetti takım ve küme düştü.

O konuşmamızı hatırlattım kendisine: “İşe bak, o zaman düştük ama, bu 1 Mayıs’ta çıktığımızı konuşuyoruz. Ne dersin?” O hâlâ temkinliydi; “Şu üç maç önemli, onları atlatalım, tamamdır!” dedi.

***

Tandoğan Meydanı’nda Moğollar şarkı söylemeye başlamadan biraz önce, birkaç arkadaş mitingden ayrıldık. Ayrılma nedenimiz hepimizin öğretmeni, her birimizin üzerinde değişik ölçülerde emeği olmuş Yalçın Hoca’yı ziyaret etmekti. Ziyaret etmek, hatır sormak, bayramını kutlamak, bu vesileyle hoş sohbetinden yararlanmak…

Hoca bizi gördüğüne çok sevindi elbette. Çoğu kez yaptığı gibi, tek tek hepimizin görünüşüne bakarak izlenimlerini söyledi; incelenlerimizi övüp görkemini artırmış göbekler taşıyanlarımızı diline doladı. Ardından şu sıralarda aklını uğraştıran, kafasına takılmış bazı konular üzerinde durdu. Onlardan biri, İttihatçıların Talat Paşa’sı ile ilgiliydi. Talat, aslında Cumhuriyet’in ön ya da ilk kurucusudur diyordu, bizim Hoca. Buradaki “ön kurucu” türü adlandırmalar benim uydurmamdır. Belleğimde kalanı aktarmaya çalışırken, kuşkusuz aslına aykırı olmayan, ama çok da uygun sayılmayacak sözcükler seçmiş olabilirim anlamında uydurma diyorum. Belli ki, Talat üzerinde düşünüyor ve çalışıyordu. Hatta, masaya, ortadaki kocaman sehpaya, yerlere saçılmış kitaplar arasında okuduğu ve yeniden okuduğu Talat kitaplarını bulup bize göstermeye çalıştı bir ara, başaramadı.

Neyse, sözün kısası, bizim bu durmak yorulmak bilmez düşünce üreticimiz işini yapmak için uğraşıyor hâlâ.         

***

Dün Dış Haberler bölümünün hazırladığı Mehmet Yayla imzalı bir haber-yorum okudum burada. Kanada’da 100 yıl önceki Winnipeg Grevi’nin öyküsünden ve sonuçlarından söz ediliyordu. Şöyle bir saptama vardı:

“Kuzey Amerika’da egemen sınıf, tarih kitapları ve sineması ile 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarındaki büyük işçi hareketlerinin üstünü öyle bir örtmüştür ki, ortalama bir ABD veya Kanada vatandaşı ‘1 Mayıs geleneğinin sizin kıtanızda, Şikago-Haymarket’te gerçekleşen bir direniş ve katliamın anısına başlatıldığını biliyor musunuz?’ sorusuna, büyük olasılıkla ‘1 Mayıs geleneği nedir?’ diye cevap verecektir.”

Bizim ülkemizde böyle bir durumun yaratılmasına hiçbir egemen sınıflar ittifakının gücü yetmeyecektir. En çok eleştirdiğimiz, en yetersiz bulduğumuz haliyle bile bizim 1 Mayıslarımız, bu tür bir teslim oluşa izin vermeyecektir.