Bir kere pistte iki kişi yok. Trump’ın Salman ve Colani’yle çektirdiği üçlü resmi gözünüzün önüne getirin. Orada göremediklerinizi de aklınızla ekleyin. Pist kalabalık. ABD’nin elinde mendil, sıranın başını tuttuğu belli.
Tango ve halay
Engin Solakoğlu
Biz kısaltmasıyla kullanmaya alıştık 40 yılı aşkın bir süredir ama bir açılımı ve Türkçe karşılığı var gündemdeki örgütün isminin: Kürdistan İşçi Partisi.
Marx’ın Manifestosu’nu izleyen süreçte dünyanın her yerinde kurulan işçi partilerinin bir özelliği var. En azından ilk dönemlerde tamamı işçi sınıfının iktidarını savunuyorlar. Zaman içinde bir bölümü devrimden ve sosyalizmden vazgeçip piyasaya uyum sağlıyorlar. Yine de hem işçi partisi sıfatını hem de proletarya devrimi iddiasını koruyan partiler mevcut. Her koşulda nadir istisnalar dışında işçi partileri genellikle merkezin solunda varsayılıyor ve milliyetçi ve dinci bir gündemle hareket etmiyorlar.
PKK’nın kendini “fesih” açıklamasına bu açıdan bakarsak partinin veya örgütün alışılmış ölçütleri zorlayan bir dönüşümün peşinde olduğu sonucunu çıkartabiliriz. Öcalan’ın ilk mektubunda ifadesini bulan “reel sosyalizm” reddiyesi, açıklamada başka bir boyut kazanıyor. O boyut ilk bakışta Marksist literatüre özgün bir katkı olarak da değerlendirilebilirse de, Marx’ın felsefesine az buçuk hâkim olan herkes için alabildiğine zorlama bir uydurmadan ibaret. Fransızlar uydurulmuş yeni sözcükler için pek de övgü içermeyen bir ifadeyle “neologisme” terimini kullanırlar. “Demokratik Toplum Sosyalizmi” de tam bir “neologisme”dir ve ne teoride ne hayatta bir karşılığı vardır. Pratik gerekçelerle uydurulduğu açıktır. O pratik gerekçe, PKK güdümündeki Kürt siyasi hareketinde kuruluştan itibaren görev üstlenen veya hareketi sosyalist yönelimi sebebiyle destekleyen Kürt ve Türk sosyalistlerin ağzına bir parmak bal çalmak olabilir. Oradaki sorun şuradadır. Kendisini sosyalist olarak tanımlayan hiç kimse buna ikna olamaz. Oluyorsa zaten sosyalizm iddiasından vazgeçmiş demektir. Bu da anlaşılabilir. Dünyada ilk kez olmuyor. Trafiğin soldan aktığı ülkeler dışında gezegenin birçok yerinde “sağa dönüş” kolay, “sola dönüş” zahmetlidir. Yorulan aracını “sağa çeker” veya “ağır ağır sağdan devam eder”. Anlaşılamayacak kısım ise, böyle bir “dönüşüm”ün ardından sosyalistlere, komünistlere sol adına akıl öğretmeye kalkışmaktır. Milliyetçilik, sağcılık kulvarını seçen orada yüzebilir veya çırpınabilir ancak sömürünün ortadan kaldırıldığı bir dünya hedefleyenlere sosyalizm adına diklenemez. Diklense de, ciddiye alınamaz.
Bunu burada bırakalım. Tartışmayı Lozan üzerinden açmanın gerekçelerini ve sakıncalarını Fatih Yaşlı son derece açık bir şekilde yazmıştı. O yüzden çok ayrıntıya girmeyeceğim ama Lozan’dan ve 1921 Anayasasına övgü, 1924’e sövgü söyleminden hareketle birkaç hususa işaret etmekte yarar var.
Birincisi bu konuda gösterilen tepkileri histeri olarak nitelemek bizim geçtiğimiz yıllarda Akepe ve Fethullah destekçiliği de yapan yılışık liberallerden alışık olduğumuz bir davranışı anımsatmaktadır. Onlar da buna “Sevr sendromu” veya “paranoyası” diyerek bir tür hastalığa işaret ediyorlardı. Oysa Sevr dünyada o dönemin en güçlü devletlerinin çöken Osmanlı’ya imzalattıkları somut bir belgedir. İçeriği, haritası bellidir. Gerçekten yaşanmış bir şeyin paranoyası, sendromu olmaz. Bunu söyleyenlerin alçaklıklarıyla ilgili bir konudur. Şimdi de Lozan’a saldırılması, Cumhuriyet’in temellerinin hedef alınmasına tepki verilmesi olağandır. Bunu histeri diye adlandırmak da aynı alçaklığın devamından ibarettir.
Ekim ayında bu “süreç” başladıktan ve kapalı kapılar ardında ilerlemeye koyulduktan sonra benim ilk merak ettiğim halkın ne düşündüğü olmuştu. Biraz daha açayım. Yaşadığım Güney Marmara bölgesindeki ilçede sağa sola sormaya başladım. Aldığım ilk ortak yanıt aşağı yukarı “Yapıyo işte bişiler iktidarda kalmak için ama bizlik bişi değil” şeklinde olmuştu. O sıralar karaladığım yazılarda bu unsuru Anglosaksonların kullandığı deyimle “odadaki fil” diye adlandırmıştım. Herkes o filin orada durduğunu biliyor ama yokmuş gibi davranmaya çalışıyordu. Aylar sonra süreç bugünkü aşamaya geldikten sonra açıklanan bir kamuoyu araştırması halkın tepkisini açıklar nitelikteydi. Yanıt verenlerin neredeyse dörtte üçü sürece dair ya hiç bilgi sahibi değildi ya da “duydum ama ayrıntıları bilmiyorum” diyordu. Bu elbette rastlantı değildi. Sürecin karanlık koridorlarda ilerletilmesi bilinçli bir tercihti. Sürecin “hassasiyeti” gerekçesiyle açıklanabilecek bu tercihin asıl sebebi yapılan pazarlığın içeriğinin toplumun geniş kesimlerine izah edilmesinin, onların ikna edilmesinin güçlüğüydü.
Akepe/Mehape iktidarının aylardır anlattığı “teslim oldular” hikayesinin gerçekle bir ilişkisi bulunmadığını zaten biliyorduk. İşsizlik verisinden, enflasyona kadar hayatımızı ilgilendiren her konuda çarpıtmayı siyaset tarzı haline getiren bir aklın başka türlü davranması da beklenemezdi. Bir pazarlık yapılmıştı ve belirli bir sonuca varılmıştı.
Böylesi bir “barış” sürecinin iki tarafı olması beklenir. Siyasal aktörlerden söz etmiyorum. Onların ikiden fazla oldukları muhakkak ve o konuya aşağıda değineceğim. Barış ve uzlaşma sağlanacaksa ikna edilmesi, bunların erdemine ve somut faydasına inandırılması gereken iki halk var. Durduğum yerden Kürt halkının hissiyatını irdelemek gibi bir hadsizlik yapacak değilim. Yalnız ben bu satırları yazarken gözüme çarpan bir kamuoyu yoklaması DEM seçmeninin neredeyse yüzde 70’inin Erdoğan’a olumsuz bakışının değişmediğini gösteriyor. Bu da şu ana kadar edindiğim, Kürt siyasi hareketine angaje kitlenin kolay güdülemeyeceği, “önder”in, “reis”in bir sözüyle aklını fikrini deneyimini geride bırakmayacağı izlenimini teyit ediyor.
Benim fikir yürüteceğim zemin Türkiye halkının geri kalan kesimi. Daha açık bir deyişle Türkiye nüfusunun aşağı yukarı yüzde 75’inin ne düşündüğü.
Bu üç çeyreklik kesim pek mutlu, coşkulu görünmüyor. Oysa neredeyse her sokağı, üst geçidi “Şehit ...” adını taşıyan ilçelerde, illerde yaşayan bu kesimin hiç değilse çocukları bundan böyle “savaşta” ölmeyeceği, halka ayrılması gereken kaynaklar savaşa harcanmayacağı için mutlu olması gerekirdi. Gelin görün ki, Rende binasının ve bir kısım şaşkın liberal ve solumsucunun bütün çabasına karşın öyle bir hava yaratılabilmiş değil. O hava oluşmadığı sürece de bu girişimin barış getirme olasılığı çok zayıf. Akepe/Mehape iktidarının bunu yapmayacağını ve yapamayacağını biliyoruz. Halkın geniş kesimlerinin bu iktidardan öncelikli beklentisi bir an önce çekip gitmesinden ibaret. Gerisini pek de önemsemiyorlar. “Barış” sürecinin yaratması gereken umuttan ziyade Erdoğan döneminin sona ereceğine dair umuda tutunmayı tercih ediyorlar.
Salt PKK’ya aitmiş gibi sunulan ama yazım sürecinin ortak bir çalışma ürünü olduğu su götürmeyen metinde Lozan ve Cumhuriyet’in temellerine yönelik saldırı Türkiye halkının ezici çoğunluğunun sürecin dışında ve karşısında konumlanmasının güvencesi adeta.
Bu konu üzerine daha çok yazılıp çizilecek kuşkusuz. Bu toz duman içerisinde erken yorumlarda bulunmamak gerektiği de doğru. Ancak bir de odadaki fil misali görmezden gelinemeyecek unsurlar var.
Öncelikle altı çizilmesi gereken gerçeklerden birincisi şu: PKK feshedilmiyor, dönüşüyor. Suriye’deki gelişmeleri izlemek bu sonuca varmak için yeterli. Ana omurgasını PKK’nın oluşturduğu SDG Suriye’de yeni oluşturulan sınırlı sorumlu manda yönetiminin en güçlü unsuru olma yolunda. 11 Mart 2025’te sokaklar Alevi cesetleriyle doluyken bir ABD helikopteriyle Şam’a götürülen Mazlum Abdi’nin HTŞ ile imzaladığı anlaşma Türkiye’deki “süreç”in ayrıştırılamaz bir parçasıydı. PKK’nın “fesih” açıklamasının ertesi günü Trump’tan gelen Suriye’ye dönük yaptırımların kaldırılacağı beyanatı da öyle. Suriye ve bölge konjonktürü silahsız bir PKK’nın imkânsız olduğunu gösteriyor. Sadece adı PKK olmayacak. Bu da yeni siyasal yönelimiyle uyumlu. Yeni partinin, örgütün veya kuruluşun işçilerle, emekçilerle uğraşacak vakti yok. Tıpkı ülkemizi yönetenler gibi onun da emekçi halkın çıkarları dışında bambaşka öncelikleri var.
İkinci ve birinciyle yakından ilişkili somut gerçek ise şöyle özetlenebilir: Bu süreç için her türlü sıfat kullanılabilir ama “yerli” asla. Silahlı Kürt hareketini yukarıda anlattık. Türkiye içindeki aktörlere de bakalım. Her hücresinin duvarını tanıdığımız siyasi hareketler ve liderler bir gecede ani bir vicdan patlaması sonucu “barışsever” hale gelmediler. Türkiye’de süreç dediğimiz hikâye ABD’nin Ortadoğu senaryosu içinde bir bölümden ibaret. Önemli bir bölüm olduğu, başta genişleme arzusundaki Türkiye sermayesi olmak üzere yerli aktörlerin kimi çıkarlarına hizmet ettiği yadsınamaz ama kesinlikle yerli değil.
Yine Anglosaksonların çok kullandıkları bir deyim var: Tango için iki kişi gerekir. Tango formundaki şarkıları severim ama dansının uzmanı değilim. Bir dönem çok uğraştım ama kıvıramadım. Yalnız Türkiye’de gördüğümüz sürecin hiç tangoya benzemediğini rahatlıkla söyleyebilirim. Bir kere pistte iki kişi yok. Trump’ın Suudi Arabistan ziyaretinde Veliaht Prens bin Salman ve HTŞ lideri Colani’yle çektirdiği üçlü resmi gözünüzün önüne getirin. Orada göremediklerinizi de aklınızla ekleyin. Pist kalabalık. ABD’nin elinde mendil, sıranın başını tuttuğu belli. Pistin spotlar tarafından tam anlatılmayan karanlık bir yerinde İsrail var. B. Britanyası, Fransası orada. Elbette bizim üç kafadar da el ele o grubun içinde pistteler. Hep birlikte halay çekiyorlar.
Barış halayı filan değil. Geleceği karartılan, çocukları aç bırakılan, kitleler halinde öldürülen Ortadoğu halklarının dehşet içindeki bakışlarının altında çekilen, daha çok savaş ve daha çok sömürü halayı.
Barış sözcüğüne tav olup sersemlemek de, enseyi karartmak da yok. Barış halayının da sırası gelecek. O zaman pistte ABD ve halk düşmanı çırakları, sömürücü sınıf düzeni olmayacak. Türk ve Kürt emekçilerinin birliğiyle oluşacak halaya, Yemen’den İran’a, Mısır’dan Umman’a, Yunanistan’dan Azerbaycan’a kadar bölgenin tüm halkları da katılacak.