Fatih Yaşlı

İçeride Erdoğan’ı ömrü vefa edene kadar o koltukta oturtacak, dışarıda ise Türklerle Kürtleri emperyalizmin çıkarları ve İsrail’in güvenliği adına başka halkların üzerine sürecek bir barış, barış falan değildir.

Lozan, süreç, Türkler, Kürtler 

Fatih Yaşlı

Akademilerde ders olarak da okutulan çatışma-çözüm süreçlerine bakıldığında, tarafların belli bir anlaşma ve çözüm zeminine ulaştıkları zaman kazanan tarafın kendileri olduğuna dair bir söyleme başvurdukları görülür; çünkü aksi bir tutum yenilginin ve masaya o yenilgi nedeniyle oturulduğunun kabulü olarak algılanacaktır.

PKK’nın 11 Mayıs itibariyle silah bırakma ve kendisini feshetme kararı aldığını duyurmasıyla başlayan karşılıklı açıklamalar da buna uygun bir şekilde ilerliyor. İktidar ve devlet, ortaya çıkan durumu “terörsüz Türkiye” olarak adlandırarak bir zafer ilan ediyor; benzer bir şekilde PKK da uzun yıllar boyunca verdikleri mücadelenin devleti kendileriyle bir anlaşma yapmaya mecbur kıldığını öne sürüyor. 

Yani iki taraf da kuyruğu dik tutmaya çalışıyor ve PKK açıklamasında kullanılan dil de biraz bununla ilgili. PKK nasıl ortaya çıktığını anlatırken özellikle Lozan’a ve 1924 Anayasası’na atıf yapıyor, sert ifadeler kullanıyor ve bu ikisiyle birlikte “inkâr, imha ve soykırım” sürecinin başladığını ve buna direndiklerini söylüyor.  

Cümlenin düz anlamıyla bakıldığında, yani cümle “Kürt sorununun gerisinde ve PKK’nın ortaya çıkışında Lozan Anlaşması ve 1924 Anayasası temel faktörlerdir” diye okunduğunda bunun bir gerçeklik olduğu yadsınamaz. Sahiden de Milli Mücadele’de Kürtlerin varlığı Türklerle denk bir şekilde ve “İslam-ı Anasır” anlayışı çerçevesinde kabul edilmişken, 1921 Anayasası’nda da adları zikredilmeden yaşadıkları yerlerde “muhtariyet”e, yani özerkliğe sahip olacakları vaat edilmişken, Milli Mücadele’nin kazanılmasıyla birlikte işler değişiyor.  

Milli Mücadele’nin başarısının hemen ardından Lozan Anlaşması’nda Kürtlerin yeni kurulacak devletteki yerinin, statüsünün ne olacağına dair bir hüküm bulunmazken, 1924 Anayasası’nda da artık “muhtariyet” de dâhil olmak üzere Kürtlerin statüsüne dair herhangi bir ifade bulunmadığını görürüz.

Dolayısıyla savaş sonrası Kürtler kendilerini kandırılmış hissetmektedirler ve zaten çok kısa bir süre sonra Şeyh Sait isyanı başlayacak, isyan yenilgiyle sonuçlansa da Kürt sorunu on yıllar sonra PKK’nın ortaya çıkışını sağlayacak şekilde varlığını devam ettirecektir. 

PKK’nın ilk yıllarında ve hatta Öcalan yakalanıp cezaevine konulduktan sonra da Kürt hareketinin söyleminde Lozan karşıtlığı merkezi bir yer tutmuyor, bunun üzerinden bir tutum geliştirilmiyordu. Ancak özellikle son yıllarda, Lozan’ın her yıldönümünde bir tartışma başlatmak gelenek haline geldi; Lozan’a dair paneller, sempozyumlar yapıldı ve anlaşmada Kürtlerin statüsünü tanıyan bir revizyona gidilmesi talep edilmeye başlandı. 

Dolayısıyla söz konusu cümle düz anlamıyla değil, siyasi mesajı itibariyle okunduğunda Lozan’ın tartışmaya açılması ve anlaşmada birtakım revizyonlara gidilmesi talebi olarak görülebilir ki zaten böyle de görüldü ve ciddi bir tepkiyi de beraberinde getirdi. 

Bu noktada çok açık bir şekilde ifade etmek gerekiyor ki Lozan Anlaşması sadece Kürt sorununa indirgenemez ve geride kalan yüz yılın ardından “Kürt sorununa çözüm” adı altında bu anlaşmayı tartışmaya açmak hem Türklerin hem Kürtlerin bu coğrafyadaki varlıklarını uluslararası bir tartışmaya açmak anlamına gelir ki bunun kimseye en ufak bir faydası olmayacaktır. 

Bu yüzden de silahların bırakılması boyunca yaşanacak tartışmalar Lozan-Sevr karşıtlığının dışında bir yere yerleştirilmeli, metinde de geçen “ortak vatan” ve “eşit yurttaşlık” sorunun çözümünün ve bir arada yaşamanın ana ekseni olarak görülmelidir. Yüz yıl sonra hâlâ daha bu coğrafyadaki varlığımızı tartışamayız, Cumhuriyet’ten ve Lozan’dan geri adım atamayız, buna dair atılacak her adım felaketi çağırmak anlamına gelecektir çünkü. 

Öte yandan şu da akılda tutulmalıdır ki tarihsel olarak Lozan’la derdi olan diğer aktör Türkiye İslamcılığıdır ve Necip Fazıl’ın, Kadir Mısıroğlu’nun talebeleri Mustafa Kemal ve Cumhuriyet’e olan düşmanlıklarının doğal çıktısı olarak tıpkı üstatları gibi Lozan’a da düşmandırlar. Yani Lozan karşıtlığı bu ülkede gericiliğin alamet-i farikalarından biridir ve bununla en ufak bir ortaklaşmadan kaçınmak mutlak bir zorunluluktur. 

Kürt sorunun çözümüne dair atılması gereken yasal adımlar elbette ki vardır ama bu adımların atılması için bir uluslararası anlaşma olan Lozan’ın revizyonuna gerek yoktur; bu tartışma yanlış bir tartışmadır ve çözümün önünde engeldir. 

Gelelim “barış”a… Kürt sorununun varlığına ve ancak siyasi yöntemlerle çözülebileceğine karşı çıkan ve meseleyi teröre indirgeyen yaygın bakış açısı, AKP-MHP eliyle dayatılan sürecin “barış” adı altında kutsanması ve kayıtsız-şartsız bir şekilde desteklenmesi gerektiği anlamına gelmez. Bu noktada “Kürtlere akıl vermeyin” tarzı lafazanlıklara itibar edilmemeli, iktidarın süreç eliyle ülkeyi içeride ve dışarıda götürmek istediği yere açık ve güçlü bir şekilde itiraz edilmelidir. 

Sürecin nasıl başladığı ve nasıl ilerlediği düşünüldüğünde iktidar açısından varılacak yerin ne olduğu bellidir. Süreç İsrail’in Gazze’deki katliamı gerekçe gösterilerek ve Erdoğan’ın “sıra Türkiye’ye geliyor” iddiasıyla, geçen yıl 30 Ağustos’ta “iç cepheyi güçlendirmeliyiz” çağrısıyla başlamış, Bahçeli bu çağrıya uygun bir şekilde 1 Ekim günü Meclis’in açılışında DEM’lilerle tokalaşmış, kısa bir süre sonra da Öcalan’a DEM Parti kürsüsünde konuşma çağrısı yapmıştır. 

Bu sürece eşlik eden diğer bir süreç ise “seçimsizleştirme” olmuş, CHP’li belediyelere yönelik operasyonlarla adım adım İmamoğlu’na varılmış ve Erdoğan’ın karşısındaki rakip önce diploma iptali, sonra da tutuklama aracılığıyla tasfiye edilmiştir. 

Yeni sürece seçimsizleştirme sürecinin eşlik etmesi tesadüf olmadığı gibi bunları iç içe geçmiş süreçler olarak değerlendirmek daha doğru olacaktır. İç cephe ve seçimsizleştirme bir madalyonun iki yüzüdür ve bütünlüklü bir stratejidir. Bu süreçte CHP kriminalize edilip baş düşman kategorisine yerleştirilirken DEM’in en azından tarafsızlaşması ve olan biteni pasif bir şekilde izlemesi istenmiş, bunda da başarılı olunmuştur. 

Dolayısıyla silahların susması kendi başına hayırlı bir gelişme olmakla birlikte, hatta siyasal alanın genişlemesine yol açabilecek olmakla birlikte, iktidarın buradan varmak istediği yerin “ömrü vefa edene kadar” Erdoğan’ın o koltukta oturması olduğu açıktır ve sınır çok net bir şekilde buraya çizilmeli, yeni anayasa tartışmaları daha şimdiden mahkûm edilmelidir.

Kürt siyasetinin olanca pragmatizmiyle yeni anayasada Kürtlere dair geçecek kimi ifadelerin karşılığında Erdoğan’a yeniden başkanlık yolunu açması hiç de düşük bir ihtimal değildir ve “siz barışı mı sabote ediyorsunuz” tarzı saldırılara aldırış edilmeksizin “anayasaya uymayanlarla anayasa yapılmaz” ilkesi muhafaza edilip vazgeçilemez bir siyasi tutum halini almalıdır. 

Bu noktada sola düşen kıymeti kendinden menkul bir barışa payandalık etmek olmamalı, bu ülkenin asli sahipleri olan Türk ve Kürt emekçilerinin birleşik mücadelesinin nasıl örgütleneceği meselesine odaklanılmalı, ortak vatanımızda bir arada eşit yurttaşlar olarak nasıl yaşayacağımızı gösteren bir yol haritası çıkartılmalıdır. 

Bu hem “İslam kardeşliği” palavralarına, hem yeni anayasa tuzağına hem de yeni-Osmanlıcı emperyal fantezilere, birini dışarıda bırakmaksızın kayıtsız şartsız karşı çıkmak anlamına gelir. İçeride Erdoğan’ı ömrü vefa edene kadar o koltukta oturtacak, dışarıda ise Türklerle Kürtleri emperyalizmin çıkarları ve İsrail’in güvenliği adına başka halkların üzerine sürecek bir barış, barış falan değildir.

Sürecin diyalektiği bir yandan sola alan açma potansiyeli taşırken diğer yandan da muhalefetin bütünüyle ezilmesi, ehlîleştirilmesi potansiyeli taşımaktadır, nereye evrileceğini belirleyen şey ise siyasal mücadeleler olacaktır, o halde esas olan bir kez daha mücadeledir.