Zaman Kumbarası ile “Susma, Sustukça...”nın Kapitalist Zihniyeti

Ne yapayım, işte geldim gidiyorum, en bol gördüğümden, artık uzatmalara geçtiğimi düşündüğüm şu ana kadar, zamanla ilgili, daha doğrusu zamanlamayla, zamanı verimli kullanmayla ilgili yapısal problemlerimi aşamadım. Sadece kendi inisiyatifimde olan kısmıyla değil, dışımda gelişen yönleriyle de hep bir zaman derdim var.

Benimki, milyonlarca insanın yakındığı, temel ve genel, kendine ayıracak zaman bulamamayla ilgili değil. Kişisel zaman yaratmakta hem mahir hem şanslıyım da, onu boşa harcamadan her anıyla “üretime tahvil etme” noktasında, daha doğrusu ıvır zıvırı ayıklayıp anlamlı işler dışındakileri tasfiyeye, feci ayak sürçüyorum.

“Yaratım sancıları uzun sürdü, çok araştırdım, yeni bir şey söylemek için kafa yordum, tasarlamak mirim, kurmak...” Hadi len! Planlama yok bende. Günü dilimlere ayırma, disiplin, düzen, çalışma sistemi hak getire. Dağınıklık ve hımbıllık. Hepsi bu! Lafargue’ın “Tembellik Hakkı”nı başucu kitabı olarak yayınlamamın bir hikmeti vardır elbet!

Böyle kendimi iğnelemekle başlayıp, bununla birleşen şu dışımdaki zaman çakışmaları problemi nedeniyle, sıkça aksattığımdan yakınılan yazı günümü değiştirmek durumunda kalabileceğimi haber verecek, bir de çevremin benden beklediği kimi “özel üretimi” neden süründürüp durduğumu yanıtlayacaktım ki, “zaman” ve “kullanımı”, başka bir bağlama oturdu yazmaya giriştiğimde.

Bir haber çarptı gözüme gazetelerde ve elektronik ortamda. Sabancı Vakfı’nın “Fark Yaratanlar” programında tanıtıldıktan sonra bu kadar yaygın bahsedilir olmuş sanırım “zumbara” projesinden. Ayşegül Güzel, Türkiye’de ilk zaman bankasını kurmuş. “Paranın yerini daha değerli bir şeyin, zamanın aldığı, farklı bir ekonomi” olarak duyuruluyordu “zumbara”. Başka ülkelerde de örnekleri varmış, ama duymamıştım.

İlgimi çekti. Önce iddialarla, ödüllendiren, öven holding ve bankaların arasındaki çelişmeyle. Sonra aklıma hemen o sevgili Momo’nun mücadele ettiği Duman Adamlar’ın “Zaman Tasarruf Şirketi”nin gelmesiyle.

Antik dönem büyük kentinin, şimdi, otoyollar, arabalar, telefonlar, elektrikle büyümüş bir başka kentin içinde yer yer rastlanan yıkıntılara dönüştüğü zaman diliminde, o kentin görece yoksul bir bölgesinde, otlar bürümüş bir amfiteatr kalıntısının ortasında, üstünde kolları kıvrılsa da kocaman gelen bir ceket, altında topuklarına uzanan, rengârenk yamalı bir etekle, kir pas içinde, kıvırcık siyah saçları, iri kocaman gözleriyle belirdiğinde o kız çocuğu, çevresindeki insanların yaşamı değişivermişti.

Momo’nun en önemli özelliği, öyle mantar gibi bitiverdiğini duyarak merak edip kendisini görmeye gelen insanları dinlemesi, dertlerini paylaşması, aslında bu esnada neredeyse hiç sesi çıkmadığından, yakınmaların, öfkelerin, kırgınlıkların, ona dile getirilişi sırasında bir iç hesaplaşmaya, diyaloga, gerçeklerin anlaşılmasına yol açmasıydı. Ne çözüm öneriyordu Momo ne de muhtemelen anlatılanların çoğunu anlıyordu. Ama bütün zamanını onlara verebilecek, orada öylece duran bir çocuktu işte... İşlevi, onun üzerinden, insanların birbirleriyle yeniden iletişim kurmaları, birbirlerine zaman ayırmaya başlamalarıydı.

O, en doğal şeylere bile, gözlerini kapkara açarak şaşırıyor, ama, yine o çocuk gözleriyle, yaşamın amansız bilmecelerini maskara ediyordu. Büyükler, o gözlerle bakmayı öğrenmişlerdi olaylara, minik kızın sırrı buydu.

Duman Adamlar da, bu anlatıda “düşman” taraftı. Onlar, gri ve soğuktular, melon şapkalı ve evrak çantalıydılar, ağızlarında zaman çiçeklerinden yapılmış sigaralarla dolaşıyor, insanları zamanlarını biriktirmeye çağırıyor, şirketlerine kaydediyorlardı. Onlara göre, çalışmak ve tüketmek dışında geçen zaman, kayıp zamandı. Bir dosta, anneye, kuşa, kitaba, sevgiliye, şarkı söylemeye, dünyada olup bitenlere ayrılan zaman, masraftı. Daha doğrusu, bütün bunlar, “bana ne faydası var” sorgusuna tabi tutulmalı, buna tatmin edici bir karşılık bulunamıyorsa tasfiye edilmeliydi.

Momo tehlikeliydi, çünkü çocuktu, bu tür hesapları yapamıyordu, bütün zamanını oyuna, dert ya da anı dinlemeye, insanlarla geçirmeye harcayabilirdi. Duman Adamlar Yüksek Mahkemesi’ne göre, ona çocuk deyip geçilemezdi, çünkü büyükleri de etkiliyordu.

Daha önce bu kız çocuğunun macerasından çok bahsettiğimden, detayına girmeyeyim, ama bu masal-roman, “zaman” kavramını, yabancılaşmayı, insan ilişkilerinde çözülmeyi, kapitalizmin insan tekine biçtiği rolü sorguluyordu. (Yazarı Michael Ende, bir turist rehberinin ağzından uydurma hikâyesinde “Despot Marksentius Kommunus”un “yeni bir dünya” düşünü anlatırken sosyalizme eleştiri getirir görünse de, yaptığı, “ekonomik göstergelerde savaş” stratejisinin, eski dünyayı bir başka yerde yeniden kurmak anlamı taşıyacağı sorgusuydu. Bunu belirtme gereği duymam, aşağıda anlaşılacak.)

İlk bakışta, şu “zaman kumbarası” girişimi de, kimi sol gazetelerde bile yankı bulduğundan da anlaşılabileceği gibi, pek bu Duman Adamlar’ın şirketine benzemiyordu. Hatta temelden farklı görünüyordu. Ama, ilk bakışta.

Bu gruba üye oluyorsunuz. Herkesin iştigal alanları, elinden neler geldiği belirtiliyor. Site ya da duyurular üzerinden, periyodik yapılan toplantılarda ya da üyelerle bire bir ilişkiyle, yardıma ihtiyacınız olduğunda bunu haber veriyorsunuz. Y, X’ten musluk değiştirmesine yardım istiyor diyelim. X, bunu yerine getirirken, harcadığı zamanı, alacak kaydediyor, Y de borç. X bir başkasından yardım isterken, bu “zaman çeki”ni kullanıyor. Y, bir başkasına, borçlandığı zamanı ödüyor filan.

Evet, ilk bakışta, insanların birbirleriyle dayanıştığı, yardımlaştığı bir sosyal ağ gibi duruyor. Hizmetler para değil zaman karşılığı sunuluyor. Ne güzel, değil mi!

Güzel, güzel de, işte kapitalizmin zihinlere hükmedişi, bu çok alternatif, bu parayı dolaşımdan kaldıran, çok sosyal projeden de sırıtıyor dikkatli bakarsanız. Holding ve bankaların takdirine şayan oluşu da bundan aslında.

Sol basın, burayı pek sorgulamadan olumluyor, çünkü onlar, şu yıllardır gıcık olduğum “susma, sustukça sıra sana gelecek!” sloganını da devrimci içerikli sanıyor...

Alacak ve borç kaydedilen, hesabı tutulan dayanışma! Ben sana bir saat ayırdım, o zaman sen de bana ayıracaksın! Beş kişiye yarımşar saat harcadım, böylece, kendime iki buçuk saat zaman almış oldum!

Açıkça da yazmışlar sitelerinde. Diyelim bir dostunuzun derdini dinlediniz. Ona diyecekmişsiniz ki, bak sen de bizim gruba dahil olsan, şimdi sana harcadığım bir saat boşa harcanmış olmayacak, kumbaramda birikecekti!

Dostunun derdine harcadığın zaman! Harcadığın!

Duman Adamlar da insanlara soruyordu: O kötürüm kadına harcadığın zamanın sana ne faydası var ki! Bizim Momo, ama o mutlu oluyor yanıtıyla yetinirdi kocaman açılan gözleriyle bu soruya şaşırarak. Bizim sosyal dayanışma grubu üyesi ise, karşılığında filanca da benim musluğumu tamir edecek diyor...

Para, sadece bir mübadele aracıdır. Kapitalizm her şeyi ona tahvil ederken, bir simge kullanır. Aslolan, o sistemin zihniyetidir: Karşılık!

İster zaman, ister para, ister iyilik. Karşılığında herhangi bir şey beklenen hiçbir “erdem”, alternatif bir sisteme ait değildir. Alternatif sistemin zihniyeti, karşılıksız verebilmektir. Bir insanın sorununu çözmeye yardımcı olmak, alacağınız en yüksek karşılıktır. Dostluk ve zaman bileşiminden, bir kâr zarar hesabı türetmek, harcama ve tasarruf mantığını devreye sokmak, iliklere işlemiş bir sistem demektir.

Bizde para yok, dayanışma var, sadece zaman karşılığında dediğinizde, kapitalist yatırımın insanını yeniden üretmiş olursunuz, sermayedarların sizi “başarı öyküsü” olarak sunması, karşılıksız değildir yani.

Bunu anlamak için, çocuk kirlenmemişliği, Momo adlı yaşı belirsiz bir kız olmak yeter. Duman Adamlar’ı yenecek biricik güçtür o.

Yıllar önce uzunca ele aldığım için, benzer bir mantığın dışavurulduğu şu meşhur slogana kısaca değineyim, paralelliğin görülmesi için. Niemöller’in “önce komünistleri götürdüler...” diye başlayan pişmanlık beyannamesinden türemiş gibi duran “susma, sustukça sıra sana gelecek” sloganına hiç ısınamadım, kapitalizme en karşıt eylemleri süslediğinde bile onun zihniyetine alternatif üretemediğini, dahası beslediğini düşündüm hep.

Bana da zaman gerekeceği için, birine zaman ayırayım! Benim de ihtiyacım olabileceğini düşünerek, bir kötülüğe karşı çıkayım!

Bunlar, erdemle sarmalanamayacak yatırımcı mantıklardır. Temeline, başkalarını değil, kendinizi koyduğunuz söylemlerdir. Bir işim için zamana, derdimi dinleyecek birine ihtiyacım olmayacaksa, sistemin kabullenicisi ya da pay alıcısı olabiliyorsam ve götürülme ihtimalim yoksa, bu mantık çerçevesinde, kimseyi umursamayabilir ve susabilirim!

“Susma, sustukça...”da, bir gözdağı, bir korkutma devreye girer. Bu isyana çağrıdan farklıdır. Siyasal doğru gibi görülebilir, kitle çekici olabilir, ama ideolojik tahribatının faturasında “sıra size gelecek”tir.

Para sadece karşılığın sembolüdür. Onu herhangi bir şeyle değiştirdiniz diye, sınıflı toplum insanlarının kirlenmiş zihniyetine alternatif üretmiş olmazsınız. Bu zihniyet can düşmanımızdır. İnsanlara kabullendirmemizin çok uzun zaman alacağı, ama kendimize sosyalist, komünist, devrimci diyorsak, bugünden hayata geçirme oranımızla sınanacağımız temel göstergelerimizden biridir: Karşılık beklemeden vermek. Sizin uzağınızda akıp gidene de müdahale etmek duyarlılığı. Özetle, başını derde sokmaktan yüksünmeme. Bu, paylaşmanın da üzerinde bir şeydir, bir adım ötesinde. Paylaşmakta, size de kalan pay vardır. Vermek bölme değil, size bakiyesi sıfır kalabilecek eksi işaretiyle elde edilebilen artıdır.

Nâzım’ın “enayi”si, bir gün bana da araba çarpabilir diye lazım olacağını düşünmeden atar kendini yaşlı bir kadını kurtarmak için arabanın altına. Che, bir gün sıra ona gelmesin diye çıkmaz Sierra Maestra’ya. Onlar, yatırımcı gözüyle değil, aksine, kaybedecekleri çok şey olduğunu bilerek girerler bir safa.

Aldıkları karşılık, bunu yapmaktan duydukları mutluluktur... Başkaları için yaşamanın mutlululuğu...

İşte Momo, bu yüzden bizim kahramanımızdır, sırrımız budur.