Yurdumsun Ey Madımak! ASAF GÜVEN AKSEL

Bazen, ne kadar çok şey içerirse içersin, tek bir görüntüyle, tek bir sözle yerleşir, çakılır zihninize olaylar. Yıllardır, Sivas 1993, bir fotoğraf karesidir, bir sonedeki ikiliktir benim için. Orada yakılan canlar içinde, çok yakın dostlarım vardı. Görüntü ve dizeler, içlerinde en az yakınlık şansı bulduğum şaire aitse, Metin Altıok'unsa, bunun bir anlamı olmalı... Belki, yaşananları, kişisel acının ötesine taşıma mekanizmasıdır...

Uzun zaman önce katıldığım, Metin Altıok şahsında Sivas'ta yakılan insanları anma toplantısından çıktığımda, ne konuşulanlar vardı belleğimde, ne gösterilenler... Sadece, toplantı salonunun, sahnenin iki yanındaki basamakları ve o basamaklardaki mumların titrek alevleri. O basamakların, o mum alevlerinin ağırlığını sırtlanmış yürürken sokakta, Metin Altıok'un, kendi ölümünün nasıl olabileceği üzerine geliştirdiği çeşitlemelerden birini anımsamıştım. Yanında votkalarla bir dağın zirvesine tırmanıyor, orada sızıyor, yağan karla örtülüyor bedeni, donuyor, karlar eridiğinde bozulmamış cesedini buluyorlar...

Buz değil, ateş sardı Altıok'u. Sızmadı, donmanın o huzurlu uykusuna dalmadı. Alevlerin göbeğinde, karbonmonoksitle uyudu. Bozulmamış bulunmadı, ciğerleri bitik, kaldırıldığı hastanede, kısa bir direniş sonrası öldü. Böyle de ölünebileceği, neden yoktu tahayyüllerinde? Bu soruyu belki de ilk defa taşımıştı benimle birlikte bir metronun rayları. Ve hep o dizeleri, hep o fotoğrafı...

Eksik bir şey vardı sanki. Söylenmemiş bir şey. Bir adam, elinde bir temizlik fırçasıyla bir merdivende oturuyordu. Getirin gözünüzün önüne, anımsayın kareyi. Gözlerine bakınca, ifadesi, duruşu kavranınca tamamlanan bir şey. Madımak Oteli de Türkiye'dir. Parçadır. Parça bütüne tabidir. Gibi...

Ne demişti Metin Altıok, sonelerinden birinde? "Ey otel ülkemin ta kendisisin sen benim! / Bazen seni küçültmek için, otellere giderim."

Onlarca farklı açıdan yorumlamış, yazmıştım bu dizeleri vaktinde. Şimdi, oradaki otel, Madımak'tı. Oradaki otel, Türkiye'ydi. Türkiye, ülkesiydi... Küçük bir ölçekten bakıyordu boydan boya ülkesine, basamaklarda oturan adam.

O halde, Metin Altıok, ülkesinde öldürüldü. Ülkesinin insanları tarafından öldürüldü. Gittiği otelde, ülkesinde. "Ey otel ülkemin ta kendisi..." Bu nasıl bir diyalektik! Nasıl bir vargı! Seni yok etmek isteyenler karşısında, iyelik takısını kullanmaktan vazgeçmemek! Ülkem... ülkemin ta kendisi... Beni alevlere atan ülkem. Ama olsun, ülkem!

Cemal Süreya'nın sürgün çiçeği gibi. Uçurumda açmıştı, seçerek değil, orada kendini bularak. Ne demişti o zaman o çiçek? Ürkütücü görünüme, yapıya, kendi güzelliğini katan çiçek?

"Yurdumsun ey uçurum!" Yurdumsun ey otel! Ey Madımak!

Çıkınımda, Altıok'tan bir ülke mesajı, bir ülkem sözü... Dağıtılması tembihiyle...

Ancak kendi ülkesinde, varsayımsal bir coğrafi girinti olarak, bir basamakta oturur bir insan. Elinde temizlik fırçasıyla! Temizleyecek, ışıtacak. Günü geldiğinde, tahta sapını silah olarak kullanacak, savaşacak. Elinden almak isteyenlere, bırakmayacak. Silahı bir temizlik fırçası olan insan oturur bir basamakta, o basamak ülkesiyse.

Şimdinin "demokrasi havarileri", yakın zamanda, kiraz ağacı ve kadın memesi için bu ülkeyi satışa çıkartacaklarını ilan etmişlerdi. Ahmet Altan'lara göre, bir ülke, anlamsız sınır çizgileri, bir bez parçası, taş, topraktı. Bir coğrafi tanımdı altı üstü. Demek, demokrasiyi Van Gölü talep ediyordu, insan haklarını Cudi Dağı, özgürlükleri Çamlıca... Öyle ya, ülke, vatan, beşeri yapı içermiyordu onların gözünde. O coğrafyada yaşayanlar, satış tezgâhının eşantiyon kısmındaydılar. Beğenmiyordu Altan bu coğrafyayı, satıyordu gitsin. Olmadı, kendi gitsin...

Bunun zıddıdır, resepsiyona gidip, "hesabımı kes" demeyi aklının ucundan geçirmeyen adamın, yüzünde oynaşan alev kızıllığındaki duruşu. Zıddı yansır, yangınlarda. Mumda. Karbonmonoksitte. Temizlik fırçasının sapını dizine vurup kırarak, otelde dimdik kalan adamın yüzünde.

Bir ülke, ancak bu kadar sevilebilir. Ölüme bile iyelik takısı yakıştırarak. Yangınlardan geçip gelerek. Basamaklarla, fırça saplarıyla...

"- Söyle bana ey yolcu, nedir senin gittiğin?

"- Yola düşkün, azgın bir at gibidir yanımda eksikliğim.

"- Söyle bana ey yolcu, senin yurdun neresi?

"- El kadar beyazlığı bir sigara paketinin, sabaha kadar sıkıntıyla çizdiğim."

Sabaha kadar sıkıntıyla karalanmış bir sigara paketindeki çizgilerin arasından bakılır, "Süveyda"ya.

Öldürsen de, yurdumsun sigaramın dumanı. Ülkemsin Metin Altıok.

Çıkınımı açıyorum, dağıtıyorum...