Tanilli Öldü, Sen Çok Yaşa...

Tay Dağı kadar ağırlığı muhakkaksa da Mao’nun tartısına göre, hele de tüy kadar hafif canlılar kaplamışken ortalığı, hiçbir sıfat ve tanım, soğumuş acı çay kadar kırıcı bir gerçeği değiştirmiyor işte. Server Tanilli öldü.

Server Tanilli öldü ve eksilince anımsadık aydınlığını... Ölüm kadar kırıcı bir şey çöktü üstümüze.

90’lı yıllardan birindeydi, “kitap günleri”nin kitap fuarına dönüşmesinden sonraki bir zamanda, mekân henüz Tepebaşı’nda, şehrin göbeğindeykendi. İmza günü olanlardan biriydi Tanilli, standıma doğru ilerlerken, uzun okur kuyruğunu buna bağlamıştım. Ama kuyruk da benimle birlikte bir sokağa sapmış, günün pek revaçtaki, beş para etmez duygu taciri yazarının önüne varmıştı. Az ötede, bir avuç okur karşısında, yıllardır kalkamadığı sandalyesinde oturuyordu Tanilli. Kollarımı kavuşturup öfkeyle baktım harıl harıl kitap imzalayan yazar arkadaşıma, gördü, gülümsedi, göz kırptı, oluşturduğu hayran kitlesinden, dönemin tipik özelliğiyle marjinal takıldıkça popülariteyi yakalamaktan, “gibi”ciliğin geçer akçe oluşundan memnundu. “Utan!” diye fısıldayabildim sadece. Tanilli, az ötedeydi, sandalyesinde...

Sonra, yaşıtım bir öğretmen, yanında ilkokul çocuklarıyla girdi görüş alanıma. Sağa sola bakındı, Server Tanilli’yi gördü başka kuyruklardaki kalabalığın arasından, öğrencileri yanına götürdü. Yaşıtım demem, benzer süreçten geçtiğimizi, tabloya bakınca ne gördüğünü anlamam vesilesiyledir. Elini koydu Tanilli’nin omuzuna, bir vefa borcu öder gibi, merakla bakan öğrencilerine kısaca biyografik bilgisini verdi ve sordu: “Tanıdınız mı çocuklar?” Bir ağızdan bağırdı öğrenciler: “Yaşar Kemaall!”

90’lı yıllardan birindeydi benim gözlerimi yumup sırtımı dönüşüm. Kitap fuarı olmuştu “kitap günleri” ben dudağımı ısırırken. Tepebaşı’ndaydı, kendi kendime “utan!” deyişimi, öğretmenin durumu düzeltme çabalarını duyurmayan uğultu...

Öldü şimdi, o gün bir daha yüzüne bakamadığım Server Tanilli ve eksilince anımsadık nicedir fark etmediğimiz aydınlığını. Ölüm kadar kırıcı...

Kuşkusuz, “çağından sorumlu bir aydın” portresi üzerinde çok durulacaktır. Tavrı, duruşu, safı, yapıtları yazılacak, konuşulacaktır. Mücadelesi bayraklaştırılacak, örnek gösterilecek, yeni kuşaklara aktarılacaktır. “Uygarlık Tarihi” denilecektir, o yapıtının üzerinde çok durulacaktır, tarihte “aydın bireyin rolü”ne bağlanacaktır. Eleştirilecektir de tabii bazı yaklaşımları, hatta temel olanları...

Bunları nasılsa çok kişi yapacak diye midir, benim bir minnacık imza günü anektodunu anımsayıvermem, Tay Dağı göçerken? Yok, bunun altında bir hınç vardır hınç, tüylerin uçuştuğu bir iklime. Ölümün kırıcılığı örtemez, bazılarının, “sonsuzluğa, eserleriyle yaşamaya, mücadele bilincine” filan demeyelim, dosdoğru, apaçık, kara toprağa giderken, tabutunda, mezarında bile savaştığını. Materyalistiz. Server Tanilli öldü. Bizim aracılığımızla savaşır ancak, bundan böyle. Ve ölenin bıraktığı kavga, 7 Nisan 1978’de bir tetiğe çöken faşist parmağa, 12 Eylül generallerinin yargılarına, sürgünlere, işkencelere, cinayetlere duyulan hıncın çok ötesinde bir şeydir. Bu, 90’lı yılların birinde, bir fuar alanında somutlaşan toplumun imal edilişine, bu imalatın mühendislerine, yıllar sonra, bütün ülkeyi fuar alanına çeviren sosyal ve siyasal projeye, o gün popüler yazarın yüzündeki gülücüğü takınmış olarak memnun göz kırpan bütün bir sisteme, kurulu düzene, akıl tutulmasına, budalalığa hınçtır.

Bu yüzden, bir ölümle bir minicik anektod çakışıvermiştir, acılı bir öfkede.

Fuardan sürdürelim. Bizim stand genellikle kalabalık olurdu. Gazetelerin soruşturmalarına, kitap çalmanın mübahlığı demeci vermiştim çünkü. Okumak isteyip de parası olmayanlar, gelip açıkça söyleyebilirlerdi. “Yaratıcı” yürütmelere göz yumacağımızı da ilan etmiştim. Bunu da, şimdi kitap yayınlayabilmeme varan süreçte, neredeyse bütün kuşakdaşlarım gibi benim de züğürtlüğü izale etmemde bu yönteme sık başvuruşumun payı olduğuyla açıklamıştım.

O yöntemle, kaçak göçek günlerde edindiğim kitaplardan biriydi, “Devlet ve Demokrasi”. Cuntanın adlandırmasıyla “çete artığı bir avuç bedbaht”ın eline dostça uzanan bir sıcak eldi o büyük boy, kırmızı kaplı kitap. Parola gibi görünürümüzdeydi. Bir soluk kamışıydı, boğulurken bir ülke. Bir “yalnız değilsiniz, bitmedi” notu. Ancak dakik randevularla kuytularda buluşabilen arkadaşların koltuklarındaydı o kitap. Burada belirtmek lazım ki, inanılmasın sonradan yazılan tarihlere. Ne bir avuçtu o kitabı taşıyanlar, ne de bedbaht. Belki Onat Kutlar’ın gözleri arıyordu, kadife pantolonlu, ucuz redingotlu, süet botlu gençleri, nerede olduklarını soruyordu haklı olarak, seyrelmişlerdi, yerlerini farklı bir tipoloji almıştı, ama yılmamışlardı, teslim olmamışlardı, gecelerdeydiler. Tarihe nankörlük edilmez, hiçbir şey sıfırdan başlamadı, bugüne akan ırmak cılızlaştı belki, ama hiç kurumadı. İhanetler, ilticalar, vazgeçişler tarihi değildir mirasımız, inanmayın!

Yoğun karanlığa dirence güç katan bir kitaptı bu, ders notları. “Devlet ve Demokrasi”... Ne zaman ki, adında geçen “demokrasi”, başka şeyleri imler oldu, tıpkı “devlet” gibi, Server Tanilli bir avuç okurunu karşıladı 90’lardan birinde. Kitabın altbaşlığı, “Anayasa Hukukuna Giriş”ti, 1981’de...

Bu kitaptaki demokrasi kodu, sosyalizmin demokrasi kavrayışını öne çıkarıyordu, bir devrim meselesi olarak görüyordu, soyut, içi boş ve giderek düzene boyun eğmenin aracı değildi. “Devlet ve Devrim”e nazire yapmıyordu adı, tamamlayıcısıydı. O zamanlar, bu kitap bir devrimci mevziydi. Sinema günleri, kitap günleri, Yazko kitapları, Ayko, paneller, Yazko Edebiyat, Bilim ve Sanat, Düşün, “Türkiye’de Aydınlar Var!” diyen Somut dergileri ve daha niceleri, yıllar geçtikçe yenileri eklenen bütün bir “legal çalışma alanı”, kültürel birikim etkinliği, demokrasinin sınıfsal kavranışına, yalvar yakarlığa düşmeyen bir kavga tevekkülüne aracılık ediyordu... Koyunlarda illegal bildirilerle buluşuyordu o sayfalar, o fuayeler... 89’daki işçi baharıyla aydınlanıyordu yine yüzler, gözler oraya çevriliydi...

Ama, artık “sivil”ler iktidardaydı, liberalizmin ekonomiden başlayan hegemonyası, darbecilerin silah zorundan çok daha etkili bir düşmandı... O alanlara ticaret girdi, birey hakları girdi, “daha fazla demokrasi” girdi, “sivil toplum” katmanları çoğaltıldı ve bir gün, toz duman bütünüyle kapladı ortalığı. Ama Tanilli ve elimizdeki kitapları erozyondan etkilenmedi, dimdik durdu, unutursak namerdiz. O silahlar, işkence tezgâhları, darağaçları, aralıksız bunun için çalışmıştı işte... Bu zemin için... Eşi görülmedik bir zorbalık kâr etmedi Türkiye soluna, inanmayın! Başaramadılar cellatlıkla, korkutamadılar zulümle, yalandır hepsi. Başka bir yolun taşını döşemişlerdi heyhat! Ucuz redingotları, süet botları, “tatlılıkla” çıkarttırdılar elbirliğiyle, “rüzgâr ve güneş” meselindeki gibi... Yerlerini, “sol” maskeli, “derin, duyarlı, sorgulayıcı” alçaklar doldurmuştu. Orada kırılmıştık, heyhat... Orada ötelere sürülmüştük...

O demokrasinin içerik değiştirişiydi, şimdi Tepebaşı’ndaki bir yalnızlığı yaratan... Cephanesiz bir silah arkadaşı hüznü yaşatan...

Bunun öfkesindendir, bir ölümle akla gelen bu sahne...

Tetiğe çöken zavallı bir parmaktan çok daha sinsi olan demokrasicilik, özgürlükçülük düşmanıyla karşı karşıya olduğumuzun dank edişidir 90’larda...

Bugün Server Tanilli’den kalan, işte bununla, bu illüzyonla, bu düzenin ta kendisiyle ölümüne mücadele gereğidir. Vefa borcumuz budur. Bize de itirazları olduğunu bile bile... Bize de itirazları olmasına karşın... Diderot üzerine yazdığı kitabında, “o da silahlarımız arasındadır, bizimledir” diyordu. Öyledir.

Soğumuş bir acı çay kadar kırıcı, ya da Tay Dağı kadar ağır, ne fark eder, Server Tanilli öldü... Sen çok yaşa proletarya diktatörlüğü için kavga!

Sıcacık sığınağı, umudu dar günlerimizin, yürekli aydın öldü... Sen çok yaşa sınırsız ve sınıfsız dünya ülküsü!

Emek için özgürlük isteyen çığlık öldü... Sen çok yaşa hiç bitmeyen ihtilal mücadelesi!