Haydi Çocukluğum, Mitinge!

Şükür had safhadaki yeteneksizliğime ki, hiç sahne deneyimi yaşamak zorunda kalmadım. Konusu insan ve toplum davranışları olan "loji"lerden üç-beş satır okumuşluğum varsa da, sonsuz değişkenler tikelinden tümevarımlar oluşturma çabasını, pratikte genellikle beyhude görüp, genelleyici kategorize edişlere hep biraz uzak baktığımdan, derinlemesine öğrenemedim. Dolayısıyla, birazdan yumurtlayacağım cümlelere, tamamen kendime bir bahane üretme olarak bakmanızı, hoşgörmenizi rica ederim.

Sahneye çıktığında bir oyuncu, bir yorumcu, ister ezberindeki ya da suflörün fısıldadığı bir metni, ister ezberindeki ya da nota sehpasındaki güfteleri aktarır izleyene, dinleyene. Bunun öncesindeki ruh hali, çok çok, yorumuna, jestlerine, tonlamalarına, vurgularına yansır, hadi olmadı, teklemelere, unutmalara yol açar. Ama metin ve güfte, değişmez. İşin profesyonellerinin, o anki duygularını zerrece işlerine yansıtmadıkları da söylenir ki, o benim asla ulaşamayacağım bir düzeydir.

Düzenli yazıyla oyun metni ve güfte arasındaki muhtelif bağlantılardan kullanmak üzere seçilen, yazanın, oynayanın, söyleyenin, bunu belirlenmiş bir zaman diliminde yerine getirmek üzere, üstlendiği bir görev oluşudur. Canı sıkkın, keyfi gıcır, umutsuz, umutlu, bezgin, dinamik, üzgün, sevinçli her ne haltsa ruh hali, yazılacak, oynanacak, söylenecektir. (Tamam, sicilimde "kaytarma"cılık vardır ama, ben olması gerekenden bahsediyorum.)

Oyuncu çıkar repliğini sunar metinden, yorumcu çıkar seslendirir güfteyi. Yazar? Onun elinde, saptanmış bir metin, notalarla usulü belirtilmiş bir şarkı sözü yoktur. Oturup, yeni bir "kelâm" üretmek zorundadır. (Tamam, sicilimde "eski defterleri karıştırma"cılık vardır ama...) Ruh halini işine karıştırmayacak dirayette olanlardan bahsetmezsek, burada iş biraz farklıdır. İster konuya son derece hâkim olun, ister zaten ezberinizdeki kelimeleri ortalığa dökecek olun, kurduğunuz cümlelerin de, bakış açınızın da, yazmaya koyulduğunuz ânın izlerini taşıması riski yüksektir. Ya da değildir. Ama şimdi bana böyle geliyorsa ve bunları yazıyorsam, bu pek de yabana atılır bir "tez" olmasa gerek. Ya da bu bir kuruntudur. "Tikel" örnektir.

Belki de, daha çok karşılıklı sözlü atışmalar için kullanılan "gırtlak dokuz boğumdur, sekiz yutkun bir söyle" öğüdü, yazı için de geçerlidir. Çünkü, bazen, duygularınız, üslubunuzda göstermekle kalmaz kendini, bu kadar doğal bir çerçevede tutulamaz, düşüncelerinizde de farklı yansıtmalara yol açabilir. Kuşkusuz, duygu olmadan yazı, şaşırmayın hele de politik yazı olmaz, düşünce üretilmez. Öfkenizi, coşkunuzu yansıtmayan mekaniklik, sizi soğukkanlı değil, heyecansız yapar. Mesele, bunu, kendi ürettiğiniz metinde, yorumcunun, oyuncunun "işine" dahil ettiği düzeyde tutabilmekte. Görüşlerinizi zedelememesinde.

Zaman zaman, "görüş"lerin canı cehenneme dediğiniz, sadece bir "sıtkı sıyrılmışlık" ânında, insani iç dökmelerde bulunmak, bunun o ânın tepkisini yansıttığını, aslında meseleye "öyle" bakmadığınızı herkesin bileceği varsayımından hareketle yazmak da çok normaldir. Bildik ve moda deyimle, "haddini aşan" ifadeler, insana özgüdür. Dahası, bu son derece bilinçli bir "sarsma", tersinleme yöntemi de olabilir. Mesele, paragrafın başındaki "zaman zaman"ın dozundadır.

İşte, bazı ruh halleri de, bu yazıdaki gibi belirir. "Ne diyeceksen de be adam!" seslenişini çok duymuşluğum vardır. Mazereti şudur: Demek istediğinizle demeniz gereken arasında, siz bir mücadeleye girişmiş, bunun üzerine lafı eveler geveler olmuş, ne cayabilmiş ne tamamına erdirebilmiş, okuru baymışsınızdır. Duygunuz, düşüncenize "ci-ee!" yapıp yapıp kaçmaktadır... Ve kabul, kaptırıp koyverememek de, bir sakatlık türüdür.

* * *

İnanın ben de çok sıkıldım ve yazıya ara verdim. Dedim ki, sil baştan. Oral Çalışlar'ın son iki günkü yazılarına takılmayı düşündüm. O zaman anladım, ruh halimden sıyrılamadığımı, sadece bir başka hedefe yönelttiğimi. Bunca yıl, tek bir satırında tek bir düşünce kırıntısı, bir kendine has görüş, biteviye tekrarlanan üç-beş cümleden öte hiçbir şey bulunamayan adamcağıza. Attığın taş, ürküttüğün kurbağaya değmeli. Bir deşarj yolu olarak görmüyorsan elbet... Caydım.

* * *

Yeniden "entelektüel kast" ve politika konusuna döneyim dedim... Caydım.

* * *

Yarın, Kadıköy Meydanı'nda bir miting var. Şu anki ruh halimin farklı bir yönünü çimdikliyor bu. Öyle coşturuyor ki, tek başıma bile kalabalık katılmak istiyorum. Dört tekerlekli bisiklet üzerindeki çocukluğumu da getirmek istiyorum. Misketlerimi, topacımı, samandan atımı. Bir elimden annem tutsun, bir elimden babam, uçtu uçtu yapsınlar da gelelim. İskenderun'un çıkmaz sokağı gelsin cümbür cemaat. Bedriy'anım teyze, Mithat amca, karşı penceredeki bukleli kız, bütün komşular. At hırsızı dokuz kardeşler de dahil. Kalabalık gelmek istiyorum. Haydi Şahinspor, yukarı mahalleyle maçımız var. Çizgi romanlarım, mısırcı Feridun abi. Ayhan, Cengiz, kalkın. Çok ama çok kalabalık gidelim istiyorum. Seni çağırıyorum çocukluğum, sizi çağırıyorum çocukluğumun iyi insanları.

"Altı üstü bir miting, neyi değiştirir ki!" Aldırma çocukluğum, seke seke gel, dilinde tekerlemelerle. Bilelim bildirelim ki, devrim, "var yok dinlemez bir çocuk isteği"dir!

Teşekkürler gırtlağımın dokuzuncu boğumu!