Eleştirilere beyhude ve sıkıcı uzunlukta bir yanıt

Cihan Kırmızıgül’ün “puşi davası”nda aldığı 11 yıllık mahkûmiyet, “sütü bozuklar”ın günlerdir süren rezillikleri, 66 aylık bebeleri neredeyse kolluk kuvveti marifetiyle okula sürükleme, Suriye gündemi filan bir yana, hatta, bu akşam, uzatmalı ligde şampiyonun belli olacağı maç, bu maçı önceleyen “şike mevzusu”nda dün Kaan Arslanoğlu’nun köşesindeki müthiş gollük pas da şöyle dursun, oturup kara lahana sarması teknikleri üzerine birşeylere değinsem, inanın, aşağıdaki konudan daha işlevsel olurdu sizler açısından.

Ama, şöyle bir şey oldu, beni ne yapacağını bilemez hale getiren. Halil Berktay’ın 1 Mayıs 1977 konulu istifralarını ele almıştım geçen hafta, birçok kalem gibi. Sandım ki, mesele çok açık, ne dediğim çok net. Pek öyle değilmiş. O yazının girişinde, kimilerine gereksiz gibi gelen bellek, algı ve seçicilik bölümünün oraya konulmasındaki isabeti kanıtlarcasına, eleştiriler geldi.

Samimiyetle söylüyorum, bundan sonrasını okumanın ne size faydası var, ne bunları yazmamın en küçük bir şeye katkısı. 70’lerden esinti taşıyor diye, sol tarihi üzerine bir bilgi de içermiyor. Sadece, kişisel bir tahammül sınırı zorlamasına duyduğum gereksizce tepkiyle, gereksizce köşe işgalidir, en fazlasından, bir didişmedir, o kadar. Hepinizden bu nedenle özür diliyorum.

Önce, Ender Helvacıoğlu arkadaşım, soL’a ve bana, hayli sitemkâr bir mektup iletti. Sonra, Tunca Arslan arkadaşım, odatv sitesinde, benim pek sevdiğim polemik uslubunu konuşturdu. Bunu, Aydınlık gazetesinde, Mehmet Ali Güller kardeşimin, adımı ve vicdanımı başlığa çeken köşe yazısı izledi. “Sosyal medya” kısmına ve özel iletişimlere hiç değinmeyeyim.

E, ne var bunda, arkadaşlarımdır şunca yıllık, kardeşlerimdir, varsın söylesinler demek, kararı ne yazdığımı okuyanların vermesini beklemek, yanıtlamamak, tabii ki öncelikli tercihimdi. Ama galiba pek öyle yürümüyor bu işler, yankıların eleştiriye konu olan yazıya bakmaya gerek duymaksızın büyümesinden belli olduğu üzere. Ya da bakıldığı, ama pek yeteneksiz bir yazar olduğumdan, aynı sonuçlara varılmasına “zemin hazırladığım”dandır bu, kim bilir.

Takdir edersiniz ne illet bir şeydir, yazdığınız bir şeyi, bir kez de açıklayarak anlatmak zorunda kalmak. Tamam, bu sıkıntıya da katlanılabilirdi, çek beceriksizliğinin cezasını denilebilirdi, ama işin “sen bir zamanlar...” kısmı vardı ki, sizi kendinizden, bir süreçten, ucu açık değerlendirmelerden bahsetmeye itiyordu. Ve en kötüsü, bu, yakın zamana, bugüne uzanmayı dayatıyor, sırtında yumurta küfesi olanların kapılmaması gereken bir girdaba düşmek anlamı taşıyordu. Aslında okur olarak, benim ilgimi de en çok bu bölüm çekerdi laf aramızda. Ama kusura bakmasın kimse, benim sorumluluklarım, vicdanım, bir siyasi aklım var ve bunlar, beni bugün bu kısmı görmezden gelmeye, eğer çok gerekliyse de, zamanı gelinceye kadar ertelemeye mecbur ediyor. Bu tavrı “yanıtsızlık”tan ibaret algılayanlar, o zeminde istedikleri kadar üzerimde tepinmekte serbesttirler.

Şimdi... Ender Helvacıoğlu arkadaşım, sağ olsun, yazımın Halil Berktay’ın devleti ve kontrgerillayı aklama faaliyetinin deşifrasyonuna ayrıldığını ve bu noktada aynı safta olduğumuzu belirtiyor. Sağ olsun diyorum, çünkü, yazıyı anladığını belli ediyor ve diğer örneklerde bunun tam tersi yorumlar yapıldığını göreceğiz. Ama, “25 yıllık arkadaşlığımızın yüzü suyu hürmetine kendimi tutup hafif bir deyim kullanıyorum” vurgusuyla, 1977 1 Mayıs’ı konusunda Halkın Sesi’nin tutumu üzerine söylediklerimi “ayıp!”lıyor. Ve DİSK’in, eski TKP’nin nasıl bir rol oynadığına, ne dediklerine değinmeyişimi, “şu an içinde bulunduğum konum”la ilişkilendiriyor.

Tunca Arslan arkadaşıma göre, “Ümit Kıvanç gibilerin bile” Taraf’tan istifasına yol açan çarpıtma rüzgârına, bol ve itinalı “TKP’li” belirteciyle, ben de kapılmıştım. Arslan, sıralamayı Berktay, Zileli ve Aksel aynılaştırmasıyla yaparak, “geçirdiğimiz dönüşüm”den hareketle, yakında kontrgerillanın bütün faaliyetlerini Aydınlık’a mal edeceğimiz öngörüsüyle bitiriyor yazısını. “Bugün durduğum yer” nedeniyle böyle bakmak zorundaymışım...

Mehmet Ali Güller kardeşim, Berktay’ın sıktığı silahın ve attığı merminin izinden gittiğimi söyledi ve “içimdeki vicdanı öldürmeme”ye çağırdı. Berktay’ın ve benzerlerinin, yükselen sol dalgaya barikat kurmak istedikleri, sola toptan saldırdıkları, kontrgerillayı aklamak istedikleri konusunda uyardı. Hayat hepimizi biryerlere taşıyabilirdi elbet, ama, bugün sahile vuran kum, denizden geldiğini inkâr etmemeliydi...

Üç yazının ortak fikri, Aydınlık’ın kontrgerillayla mücadelelerini unutmuş görünmem, Aydınlık’a Berktay ağzıyla saldırarak 1 Mayıs’ı solun ve neredeyse bu grubun üzerine yıkmam ve “bugün geldiğim nokta”ydı.

Çok kısaca yanıtlayayım tümünü, doğrudan seslenmeyle. Ama önce ben, Tunca arkadaşım başta olmak üzere, bir sorayım: Neymiş benim bugünkü konumum? Haydi yekten, Berktay, Aksel ikilisi, ya da Berktay, Zileli, Aksel üçlüsü zikredilsin sakin kafayla da, bir göreyim. Haydi, her yere çekilebilir, haliyle sıvışılabilir polemik iğnelemeleri bir yana bırakılıp, şu “bugünkü konumum” bir sıfatla dillendirilsin hele...

Mehmet Ali kardeşim, sen gerçekten yazımı okudun mu, yoksa gözüne ilk Halkın Sesi çarpan yerden ötesini kendin mi yazdın? Beni uyardığın şeyler konusunda, herkesi uyarmak için yazılmış bir yazıyı, tekrar buraya mı alayım, belki bu kez görür, okursun diye? Okuduğunu anlamamakla itham edemem seni, tanırım, bu büyük haksızlık olur. Ama, bu şıkkı elersem, geriye kalan olasılıklar da fazla can sıkar, değil mi? Bunu da istemem.

Nereden gelmiş girmiş o yazıya, Halkın Sesi paragrafları, biraz düşünelim mi? Hoş, yazının bütününü elden kaçırınca, bunu da anlatmak zor ama, madem başa geldi, deneyelim.

Ender arkadaşımın da gönlünü yapıp geçelim de, otosansür ya da bulunduğum yere uygun yazma gibi bir şeyi, “25 yıllık arkadaşlığımızda” beni hiç tanıyamamış, ortak pratiklerimizi de unutmuş olarak yakıştırmasının “ayıp” olduğunu belki kavrar.

O günlerin hemen öncesinde, olay günü ve sonrasında, bütün burjuva, faşist, gerici basın, dönemin bütün “sovyetik” akım, parti ve gazeteleri, “Maocu hainlerin bayramı kana bulayacağı / buladığı” manşetleriyle, demeçleriyle doluydu. Bunların tek tek dökümünü yapmak, kupürlerini paylaşmak mümkün. Peki, bunu bilmeyen var mı? Tam da, Berktay ve efendilerinin istediği buyken, böyle bir “anımsatma”nın işlevi ne? “Asıl suçlu”yu, sol arasındaki tutumlarda mı bulacağız? Bunlar somut, nesnel bilgidir, evet. Ama, yazımda da söylediğim gibi, “nesnellik” adına ya da “o zamandan kalma adam akıldaneliğiyle” bunları dile dolamak mı günün ihtiyacı? Yazım, tam da bunun aksini iddia ederken üstelik?

O zaman, Halkın Sesi niye var? İlk dalga durulup, iş Maocu – Leninci çatışması, sol içi kavga, giderek de kontrgerilla tertibi noktasına varana kadar, bütün bir medya ordusu, siyasal akımların büyük çoğunluğu, kontrgerillası, MİT’i, MC’si, polisi, “suçu” “Maocular”ın üzerine yıkarken, dönemin MİT raporunda keyifle “bu örgütlerin aleyhine tecelli edebilecek yegâne husus, kamuoyunun antipatisini hatta nefretini üzerlerine toplamış olmalarıdır” sözleriyle belirtildiği gibi bir ortam varken, bu gruplar arasında duran, o zamanlar Berktay'ı da kapsayan Halkın Sesi – Aydınlık’ın da, “üçlü blok”a işaret etmesinin çarpıcılığından tabii ki. Bugün de, o gün de sol açısından büyük hata olan bir şeye, 1 Mayıs’a grup olarak katılmamayı provokasyona karşı bir tedbir görecek ve diğerlerine anlatacak olgunluktaki bir oluşumun bile, dönemin zihniyetine uygun olarak kapılabildiğini gösteren bir örnek.

Diğer örnek Birikim dergisindendi, Berktay’ın açık ikrarını yıllardır üstü kapalı çizgileştirmiş ve sola enjekte etmiş birileri, şimdi çıkıp minarenin kılıfa uymadığı yerde solculuk kisvesine bürünemesin diye.

Ve dikkat edilirse, konuyla ilgili kaynak olarak, tarihleri verilen, o günlerin Halkın Sesi dergileri gösterilmişti. Bu örneklemeye, nedense, “o dergilerde böyle bir şey yok” denilerek değil, hatta bir göz atmaya bile gerek görülmeksizin, Mart 1978’de yayınlanmaya başlayan Aydınlık gazetesinin kontrgerillayı açığa çıkaran yayınlarından söz edilerek yanıt veriliyor. Özellikle Mehmet Ali kardeşim, daha sonraki süreçlerde yapılan çalışmaları sıralıyor. Tamam da, dönemle ilgili söylersek, bunu inkâr eden kim? Konuyla ilgisi ne?

Gerçekten mi, ne yazıldığı bu kadar anlaşılmaz?

“Halil Berktay’ın ‘bu katliamda devletin rolü yoktu’ demesini çıkarın...” diyerek kurulan cümleden, o zamanki Halkın Sesi – bugünkü Berktay aynılaştırması mı çıkıyor gerçekten? Aradaki “o zamanlar içinde yer aldığı” belirteci, kelime ziyanı olsun diye mi kullanılmıştır, yoksa bir anlam mı taşır? Bugün o cümleyi çıkarınca, Halil Berktay mı kalır? Hayır, o kalmaz, ama o en hummalı günlerde de, bugün tezgâhlanan şeyde de, eksen ve cephe kayması kalır...

Peki, Halkın Sesi’nin katliamın hemen sonrasında çıkan ilk sayısında, “MC’nin kanlı tertibi” başlığı attığını neden yazmışımdır sizce? “Diğer grupları uyarmıştı” diye neden not düşmüşümdür? “Giderek artan dozda ‘üçlü blok’a yüklenme” ne demektir? “tertip görünmez oldu” ile, “devletin rolü yoktur dedi” arasındaki farkı mı anlatayım size? Ayıp olmaz mı?

Umarım, bütün bunları, 1 Mayıs 1977 itibariyle cereyan eden bir tartışmanın, konu ve dönemsel sınırları dışına taşmamaya özen göstererek yazdığım anlaşılır da, buradan da Aydınlık eksenli ve bir başka uca savrulmuş değerlendirme ve tartışma doğmaz.

Tunca arkadaşım sever aralara iğneler serpiştirmeyi, ben de onun bu tarzını severim, genelde bir “gıcıklığa” delalet olsa da. Sormuş, neden Halkın Yolu 1 Mayıs 1977’den sonra kendisini lağvedip Aydınlık’a katıldı diye, benim içinde yer aldığım gruba göndermeyle. Her ne kadar “resmî katılım” 1 Mayıs 1978 ise de önemi yok ve bu sorunun muhatabı değilim. Onu katılanlara sorabilir. Ben bu “iltihakı” reddedenlerden biri olarak sormuştum zamanında, yanıtı merak ediyorsa, elinde vardır, Sosyalist Birlik dergisindeki “İlkay Demir’e Açık Mektup”umu okuyabilir. O da olmadı, Aydınlık’a katılanlar ve katılmayanlar arasındaki kıyaslamayı, TİKP bilançosundan okuyabilir. Aslında benimki de laf, neyin ne, benim kim olduğumu Tunca arkadaşım da bilir de, işte bazen kaptırıyor insan kendisini demek, hele de odatv okurları nasılsa bilmez denilirse... Yalnız, konuya dönerek, tersine bir bellek tazelemesi: “Üçlü Blok” ile Aydınlık arasındaki, epeyce incelmiş bağ, neden 1 Mayıs 1977’den hemen sonra tümüyle kopmuştu? Mesela, o güne kadar, “ortak proletarya partisi” çalışmalarına Halkın Sesi'nin de dahil edilmesi gerektiğini savunan Halkın Yolu, neden o tarihten sonra diğerlerine özeleştiri vermiş ve bundan vazgeçmişti?

odatv’deki yazıya gelen bir okur yorumuna da değineyim bu minvalde. Ne zaman, mesela “Cumhuriyet 1923’te ilan edildi” diye yazsam, “Bunu Aydınlıkçılardan öğrendiğini belirtmelisin!” diye uyaran enteresan bir kardeşimiz, orada da “bu fikirlerini zamanında söyleseydi ya!” demiş. İşe yarayacağını sanmam, ama, başka bir şey okumadığından emin olduğum için mutlaka “Saçak” arşivi vardır, 51’inci (Arşivlerin Tozu Dumanı ya da Bilançonun ABC'si) ve 66’ncı (TİKP Bilançosuna Kenar Notları) sayılarına bir göz atsın gene de, “zamanındaki” fikirlerim için. Boşa sallamaktan vazgeçmeyecekse de belki biraz usturup kazanır...

“Eski Aydınlıkçı...” Olumlu ya da olumsuz, artı ya da eksi hiçbir değer yargısı yüklemeden, sadece nesnel bilgi olarak söyleyeyim Mehmet Ali kardeşime ki, aslında kendisinin de gayet iyi bildiği gibi, Aydınlıkçı olmadım hiç. 2000’e Doğru, Gökyüzü, Papirüs, Sosyalist Parti, İşçi Partisi süreçlerimde de. Bununla birlikte, belirteyim ki, bu benim açımdan bir “sıkıştırma” malzemesi değildir. Farklı cephelerden bu yönde gelen bütün “saldırı”, “anlam verememe”, “eleştiri” dozlu “sorgu”lara karşı da, siyasal doğrultu esaslı bir duruşla savundum, savunurum. Ne en küçük bir “leke” olarak görürüm, ne “gizlenesi” bir şey. Ne dediysem, ne yazdıysam, ne yaptıysam, kayıtlıdır. Dolayısıyla, geri tepecek yanlış silah ateşlemekle, yanlış yerde “zikzak” aramakla uğraşmamakta fayda var.

Hayat, herkesi bir yerlere götürür, evet. Şiirdeki gibi, bazen de giden değil kalandır terk eden. “Örtüşmezlik” nerede belirir, kim ya da kimler nereden nereye savrulur, nereye gidilir, nerede kalınır, hani o sözü edilen vicdanım var ya, ona siyasal akıl, devrimci analiz, mücadelenin güncelinde yüzün döneceği cepheyi hesaplama da eklenirse, sebebi anlaşılacaktır ki, içinden geçtiğimiz koşullarda, tekrarlayayım, ben bunlara “yanıtsız”lığı seçeceğim, eğer çok gerekirse, zamanı gelene kadar.

Bir daha: Şimdi...

Bu öfkenin, bu, hah, fırsat çıktı tavrının altından, gerçekten de, yalnızca okuduğunu anlamama mı çıkacak, çok merak ediyorum, bir.

Şu bulunduğum konum ve Berktay’la beni eşitleyen duruş konularında, “sezdirmeli vur-kaç kolaylığı” yerine, şöyle yekten bir sıfat yöneltilecek ve altı doldurulacak mı, iki.

Bunları soruyorum, yazılarda bolca insaf!, vicdan!, ayıp! nidaları kullanılmasına güvenerek...

Ve âdettendir, bir şakayla da bitireyim. Tunca Arslan arkadaşımı, ne okuyup ne anladığı konusunda mazur görebilirim. O ki, Halil Berktay üzerine bir başka yazımdaki “Yıllardır, iki temel takıntısı var. Daha doğrusu tek de, dallandırıp budaklandırma tutkusu nedeniyle iki gibi görünüyor. Çaru Mazumdar, Lin Biao, Mao kokteyliyle aslında bir ‘sapma’yı temsilen içinde yer aldığı siyasal yapıda geçen yıllarına, ne olursa olsun sonuçta ‘örgütlü aydın’ olduğu döneme hayıflanma ve niyeyse giderek dozu artan öfke bunun üzerinden de, bu ‘aldatılmışlıkla heba edilmiş hayat’tan intikam duygusuyla, bunun müsebbibi olarak gördüğü Marksizmi külliyen bünyesinden temizleme uğraşı” pasajında geçen, “aslında bir ‘sapma’yı temsilen içinde yer aldığı” ifadesinden, “sen Aydınlık’a ‘sapkın akım’ dedin” sonucunu çıkarmış, gerçekten mazurdur...