Bir anneyi üç şiirle özlemek

Bazı yazılarımın birkaç paragrafında anılarla görünüp kaybolan, zaman zaman anlatırken bir mahremimi açtığım duygusuna kapıldığım, kimileyin bir siyasal göndermenin aracı yapacak katılıkta davranabildiğim kadını çok, ama çok özlediğimi söylemek istedim bugün. Annemi. Şöyle, sadece bir evlat gibi ve sadece annem olduğu için ondan bahis açmayı çok istedim.

Ne bir tiplemeyle genellenmiş mesaj, ne sosyolojiye açılacak bir kapı, ne gün görmüş adamdan gençlere kadir kıymet nasihati, ne analaaarr hamaseti... Umursamadan.

Annemi, sadece annemi, sadece bir evlat olarak anlatmak...

Kimsecikleri ilgilendirmezdi, yapamazdım, biliyorum. Ama istedim, bir iç dökme gibi paylaşmak istedim, yalan yok.

* * *

Ataol Behramoğlu’nun üç evrede yazdığı üç şiir var... Ona sığınabilirim, dizelere saklanabilirim belki. Bir yaşam akışını bölüşebilirim.

Üç evrede mi yazılmıştır bu üç şiir, önemli değil. Hangisi gerçek, hangisi kurgu, o da önemli değil. Ama bu üç evreyi geçtiğinizde bir tek ölümle, özellikle üçüncüsüne vardığınızda, bir bakıyorsunuz ki, hiçbir şey söküp alamıyor bir dikeni içinizden. Annesini özleyen bir çocuk peydah oluyor, her soyunup kendiniz kaldığınızda.

“Bana bir sigara verin annem öldü” diye başlıyor ilk şiir. Ne var bunda şaşıracak, diye soruyor şair, annesi ölmüştür, galiba sabah beşe doğru, hepsi bu. Kurallara boşverilmeli, gülünecekse gülünmeli, sinemaya gidilecekse gidilmelidir.

Camus’nün “Yabancı”sının açılışı gibi. “Anam ölmüş bugün. Belki de dün, bilmiyorum.”

Camus, varoluşçuluğun, ölümle biten saçma yaşam felsefesinin “soğukkanlılığı”nı sergilerken, buna anıştırma yaparcasına yazılan şiirde, Behramoğlu’nunki, umursamazlık, doğal karşılama edası takınarak, bir yok sayma, avunma, zihninden çıkarma arzusunu çalım satarak örtüyor.

Belli ki henüz kurgudur, felsefi düzeydedir bir anne ölümü... Kolaydır tahayyülü.

* * *

Koca adam olmuşsunuzdur bütün hamlığınız, toyluğunuzla. Evin, evin bir parçası olarak annenizin, sağlık dahil sorunlarıyla uğraşamayacak kadar, büyük geleceklerin uğraşındasınızdır... Koca adam olduğu zannındaki bir çocuksunuzdur ne de olsa, bir illetin kök salışını görmeyişiniz bundandır aslında...

* * *

Bir yıl sonraki şiirde, bir dertle adam olmayı anlatır Behramoğlu. “Benim annem güzel annem beni koyver.” Kâh bu nasıl iştir diye sorar, “deyvermesini” ister, kâh halini anlatır. Sağ yanında bir sızı vardır şimdi, sol yanında bir altıpatlar... Koyver beni! Belli ki, yoluna gitmenin, düşlerinin ya da kavgasının peşinde koşmanın, yani gençliğin çoğunun ortak talebidir. Yaşam saçma değildir, anlam katılmıştır.

Ah o annelerin koyvermeyişi. Ah o “sevgi duvarı”, delip geçesiniz gelen. Ah o anlamama, anlatamama... Bir sete, bir yüke, bir prangaya dönüşmesi gözünüzde... Ah o kaçınılmaz haksızlığınız, olağan hakkınız.

* * *

Bir hastane odasından kapı çarparak çıkar gidersiniz bir başka kente... Bir kongreye... Reel olan sağlık çizelgesidir, gitmekten alıkoyacak hissetmeler metafiziktir, bilirsiniz. Çeker gidersiniz bir başka reele... Bir yanınızda altıpatlar...

* * *
Yıllar geçer, üçüncü şiir yazdırır kendini Behramoğlu’na. Adı gibi bir kavrama ânıdır. “Annem yok artık...” Yoktur şairi düşünen bir kalp. Bitmiştir. Bu bir kesinlikle yüzleşmedir şimdi, hayatın tam göbeğinde. Bir karanlığa karışmak için çıktığınız kapının eşiğinde bir kaygı uzanmayacaktır gece boyu. Nasılsın demeyecektir kahvaltıda...

Hayatın o olmadan akıp gideceğini anlama ânıdır, yeni bir ömür dönemi başlangıcıdır içinizi kaplayan afallama. O tahayyül ettiğiniz şey, dipçik gibi gerçektir şimdi. Felsefeniz savrulmuştur.

* * *

İsminiz okunmuşken, kürsüye yürürken keserler önünüzü, haberi fısıldarlar uğultular içinde. Yutkunursunuz, anladığınızı başınızı sallayarak gösterirsiniz, kürsüye kalan adımları atarsınız... Sonra bunu her yapmanız gerektiğinde duraksayacaksınızdır, bilemezsiniz...

* * *

Ataol Behramoğlu, bu şiirinde, annesinin hep son dönemiyle aklında kaldığını söyler. Hep son dönemi. Hep.

Bu da bir ortak duygu olsa gerek. Belki de, bir sona gelindiğini fark edemeden akıp gidişe isyandır. Son kalan canına sokulma anlarını boşa geçirmenin pişmanlığıdır. Kim bilir. Pişmanlığıdır, kendinizi hiç bütünüyle ona bırakamayışınızın. Artık isteseniz de, sesinizde bir anneye sesleniş tonunu yeniden kazanamayacağızı anlamanın şaşkınlığı. Acının ölçüsüz bağırışıyla örselenmiştir gırtlağınız, uzun bir suskunluğun sonunda, nihayet...

* * *

Kapitalizmin tüketimi pompalamak için icat... Mitolojinin ana tanrıçalarını onur... Ekinoks, baharın geliş... Analı kızlı Jarvis... Aslında, çalışan kadınlar... Yılda bir olur mu, her... Cennet, annelerin... Bak şimdi, anne var anne var, mesela...

Alın gidin şu habire tekrarlanan sözleri... Bugün, Anneler Günü. Kaç kez fırsatınız olur ki, “dayatılmış” bir anımsamanın hoşgörülmesi için.

Artık hayal olmuşu anımsamakla yetinmek zorunda kalışın burukluğu, belki de genelgeçer değildir. Annelere atfedilen sıfatlar, mümkündür ki, genelgeçer değildir. Bu da zaten bir irdeleme ve yönlendirme yazısı değildir. Nasihatsizdir. Üç şiir gölgesinde kişiseldir.

Bu, ilk iki şiirin efelenmesinin, metanetinin, hafifsemesinin, yıllar sonra bir üçüncü şiirde, kocaman bir palavraya denk düşeceğini yaşayıp görmüş bir çocuğun, saçında aklarla içinden geçenlerdir.

* * *

Ya, annemi özlediğimi, çok özlediğimi söylemek istedim size ben, o kadar...

Ve yalan yok, yazmaya oturduğumda niyetim, Berkin’in, Haziran’da öldürülenlerin, kayıpların annelerine bir mektuptu. Ama fark ettim ki, bu, ikinci şiir olacaktı. Üçüncü içimden taşarken, olmazdı. Birincisi, yalandı.